Herkesin yönetmeni kendine

Nedenini kavrayamadığımız, açıklamalarına inanmadığımız, insanda korkudan ziyade başka gezegendeymiş yabancılığı uyandıran olaylarla uğraşmaktansa, bildiğimiz haliyle dünyaya dönelim dedik. Malum, Akademi ödül sezonu geldi çattı. Bu mevsimdeki her şey, şu ya da bu ölçüde Oscar ile ilgili. Eleştirmen grupları yılın en iyilerini seçti, festivaller seçimlerini yaptı. Herkes her dalda “En” 5’ini ya da 10’unu sıraladı.

Neyse ki, aradan birkaç ortak film seçip çıkarmak mümkün olsa da, bu listeler yeterince farklılık içeriyor. Yani, herkesin listesi kendine. Yönetmeni de. Bazen liste yapıcıların sevdiğin yönetmen konusunda seninle aynı fikirde olmadığına da rastlanıyor. O da liste yapıcının sorunu. Mesela uzun yıllardır her filmini izlediğim ve kimselere benzemediğini düşündüğüm Jim Jarmusch hakkındaki değerlendirmeler gibi. En fazla, filmlerinin anlaşılmadığından, sadece kendisi için film çekiyormuş duygusu uyandırdığından şikâyet ediyorlar. Olur a, öyledir belki. Hatta keşke öyle olsa, vasat bir kervana katılmanın kime ne faydası olur?

Ne var ki, ilk üç film konusunda, sıralama farkları olsa da fikir birliği halindeyiz: 1984 yapımı siyah-beyaz ‘Stranger than Paradise’, iki yıl önceki harikulade filmi ‘Only Lovers Left Alive’ ve bu yıl oyuncusu Adam Driver’ı oyuncu listelerine de dahil eden ‘Paterson’. Aslında ‘Ghost Dog: The Way of the Samurai’ da (1999) özel filmlerimden biridir, ancak ne yazık ki o da, ‘Coffee and Cigarettes’ (2004) de, ‘rivayet muhtelif’ denecek filmlerinden. Genelde beğeniyorlar ama ille de beğenmiyorlar. Roger Ebert sonuncusu için şöyle demişti: “Jarmusch bu film üzerinde öyle uzun süreyle çalıştı ki, başladığında hâlâ kahvehanelerde sigara içilebiliyordu.” Sahi, öyle bir dönem vardı, değil mi?

Jarmusch, sonradan kendimle iftihar etmeme yol açan bir sezgiyle festival kokteylinden çıkıp izlemeye gittiğim (Yavuzer Çetinkaya gelmeyi reddetmişti de, yıllar boyu onu kızdırmıştım) ‘Stranger than Paradise’dan bu yana izlediğim bir sinemacı. Aslında yönetmenin ikinci filmi olsa da Cannes’da ilk film niyetine Altın Kamera almıştı. Sonra John Lurie ve Roberto Benigni’nin oynadığı ‘Down by Law’ geldi. ‘Mystery Train’e kadar siyah-beyaz filmler çekti. Çok sevdiğim iki Amerikalı bağımsız yönetmen arkadaşım, Neil Hollander ve Robert Kramer onu severlerdi ama ‘Mystery Train’ ile Japonlar’a satıldı diye üzülürlerdi. Anlaması zor, bağımsızlar arasında bir tartışma konusu olsa gerek. Öte yandan, Jarmusch bu filmde gerçekten de kendi karakterinin iki farklı çehresi arasına sıkışmış gibidir.

‘Paterson’ yılın beğenilen filmlerinden, ama Akademi üyeleri ne düşünür, hatta filmi kaçta kaçı görmüştür, bilemiyorum. Film o kadar şanslı değil gibi görünse de, New Jersey, Paterson’da yaşayan ve gizli gizli şiir yazan (sadece karısı biliyor) otobüs şoförü Paterson’da Adam Driver’dan umutluyum.

Kendisi de, filmi de şanslı olan, Jarmusch ile taban tabana zıt, çok sevdiğim bir başka yönetmen de “İngiliz proletaryasının şairi” Ken Loach. Evet, ‘Britanyalı’ olmalı ama ne mutlu ki bu bir alıntı, bu sayede de olduğu gibi kalıyor. Onunla da İstanbul Festivali’nde tanışıp, 1987 yapımı filmi ‘Fatherland’ hakkında konuşmuştum. Ülkesindeki işçi sınıfının olduğu gibi işsizlerin de hikâyelerini anlatan Loach başka bir güne kalsın. Doğrusu, listelere karşı durumum beni hiç endişelendirmiyor. Aynı şeyi sevmek zorunda mıyız? Herkesin yönetmeni kendine!