Düzenli olarak ormana giden, odun ve başka şeyler toplayan adamın adı Hesoymuş, bin yıldır orada mukim, boz tüyleri yerlere dökülen, en az üç metre boylu, karnı sütbeyaz arkadaşın adı da Heso’ymuş. Adamın derdi, ağaçlarda yerlere kadar akan peteği, kışın hayvanlarına yiyecek yapmak için yaprakları, ceviz, armut, elma ve öteki yemişleri toplamakmış. Uzun boylu, hafif endamlı, sivri dişli, bıçak pençeli arkadaşın derdi de yavrularıyla beraber mutlu-mesut yaşamakmış.

Köydeki Heso bir gün yine ormana gitmiş, daha baltayı çıkarmadan torbasından, pısımlay bile dememişken, ormandaki Heso birden dikilmiş karşısına, Heso'nun dizleri kırılmış, sesi kesilmiş, korkmuş, şaşmış, yerinde donakalmış, başlamış yalvarmaya: "Ma 've xêr bıra Heso, namê to ki Heso, namê mı ki Heso, mı rê ki beso, to rê ki beso, bıra ez to rê meymanune, mı caverde şêri, domanê mı qızê, ez feqırune, ez dewızune, Heş qaytê riyê mı kerd, peyniyê ho çarna, tekıt şi."*

Bu satırların yazarı şehirler köyleri yutmamışken, ovalar dağları yenmemişken, egzoz dumanı dağ meltemini boğmamışken, nehirler kırmızı pullu alabalıklarla, dağlar ceylanlarla doluyken, bir dağ keçisine tek kurşun atan düşkün ilân edilirken, cenneti de cehennemi de hiç olmamış Hakk'ın insana sadece yardım ihsan ettiği, puslu ormanlarda ulu ağaçlar kıpkırmızı bal damlatırken, baraj, santral, şirketin adı bile duyulmamışken, köydeki Hasan dağdaki Hasan'a kılamlar okurken, dağdaki Hasan Kızılbaş dilinden anlayıp, köydeki Hasan'a sırtını dönüp usulca giderken, değil insana, sudakine, havadakine, ormandakine yan bakmanın büyük xırap sayıldığı bir çağda, kulağına fısıldanan bu -gerçek mi, kurmaca mı bilinmez- öykülerle büyüdü (Metin-Kemal Kahraman'a içten saygıyla).

Eski tarım toplumları öteki dünyaya, ölümden sonraki yaşama, metafizik şeylere şaşırtıcı derecede ilgisizdi, bunun yerine üretimi artırmayı, köylüleri doyurmayı kendine gündelik dert edinmişti, Tanrı bu yüzden Eski Ahit'te insanlara, ölümden sonra cezalandırma da ödül de vaat etmez. Tanrı bir yerde şöyle demiş: Buyruklarıma kulak verirseniz, yağmuru zamanında yağdıracağım, öyle ki tahılınızı, şarabınızı, zeytinyağınızı toplayasınız, tarlalarınızda hayvanlarınıza ot sağlayacağım, siz de yiyip doyacaksınız. Çok şükür ki bugün bilim, Eski Ahit'in tanrısından daha fazlasını yapabiliyor.

Güney Hindistan'ın tropik ormanlarında yaşayan Nayakalar ormanda yürürken, kaplan, yılan, ayı, fil gibi tehlikeli hayvanlarla karşılaştığında hayvana hitaben, sen de ormanda yaşıyorsun, ben de ormanda yaşıyorum, sen buraya avlanmaya geliyorsun, ben de buraya kök ve yumruları toplamaya geliyorum, sana zarar vermeye gelmedim, diye konuşurlarmış.

Bizim Heso’nun veya Nayakalar’ın hikâyeleri, endüstrileşmiş toplumlardaki birçok insanı hayretlere düşürüyor. Çoğumuz hayvanların insanlaradan aşağı ve farklı olduğuna kanaat getiriyoruz. Oysa eski hikâyelerin birçoğu insanın da aslında hayvandan geldiğine dair inancıyla doludur.

İnsan bir zamanlar hayvanlarla ortak bir kabile içinde yaşardı, Tanrı korkutucu değil lütufkâr idi, ama ne zamanki bir grup insan daha kalabalık öteki grubu kendisine köle yaptı, hayvan insanın elinde esir oldu, Tanrı kötücül, Heso da kardeşi Heso’ya düşman kesildi. Bugün yaşadığımız, koskoca bir ülkenin tüm kontrolünü kaybetmiş bir kişinin elinde esir olması, intihar etmesidir.

*("Merhaba Hasan kardeş, senin adın Hasan, benim adım da Hasan, bana da yeter, sana da yeter, kardeş bak ben sana misafirim, bırak gideyim, çocuklarım küçük, ben fakir biçare bir köylüyüm, ayı yüzüme dikkatle baktı, arkasını döndü ve gitti.")