Uşene Seyd Kureyşanlıların lideriydi, ne saf, ne paragöz, ne deliydi, korkak hiç değildi. Sıradan bir köylüye göre çok zeki, yine çok uzun boylu, uzun sivri bıyıklı, çok şık giyimli bir adamdı. Gözleri çakmak çakmak mavi, kırmızı köstekli saati hep cebindeydi. Dağların içinde Galvason adlı bir eski köyde yaşardı. Tek Kureyşanlılar değil, tüm ocakların, taliplerin, velilerin, az ötedeki Seyit Rıza’nın, ta Erzincan’daki Düşkünler Ocağı’nı bekleyen zavallı mahkûmun onun sözünü dinlediği söylenirdi.
Otuz sekiz, geliyorum diyince dağın öte yanından yükselen siyah dumanlarla, aldığı çağrıya uyup Halvori’ye gitti, burası, Demenan’dan gelen yeraltı ırmaklarının Munzur’a kavuştuğu, ziyaret ve kurban yeriydi. Bir tarafta eski sessiz kayalar, ötede durmadan rüzgârla konuşan dev yemyeşil ağaçlar vardı. Bir adak, yemin verildi mi, ezelden burada buluşulur, kıyamet kopsa sözden dönülmezdi.


Halvori suyunun her iki yanından geldiler, karşılıklı oturdular, cemaat başladı, Uşene Seyd cemaatte sözü en ağır kişiydi, ama böyle büyük bir fırtınayı ilk defa görüyorlardı, eskilerden de böylesini hiç duymamışlardı, bir güvercin gibi tedirgin, yırtıcı bir şahin misali atılgan, korkak ve yiğittiler. Herkesin sırayla konuşmasından belliydi ki, bu defa gelenler kışın çekilip gitmeyecektiler, uzun ve kısa ve devamlı Farsi sözcüklerle, yanlarında akan su bile duymasın diye yavaşça, bir namlı cemaat yaptılar, vakit akşamı buldu, ne direniş, ne teslimiyet, hiçbir karar alamadılar. Herkes atını sabah geldiği yöne çevirdi, Uşene Seyd de Galvason’un yolunu tuttu. Oturdukları yerde sarılmamış tütün parçaları, devrilmiş kürsüler, her şeye şahit ama lâl Munzur kaldı.

Halvori cemaati, katılanlar, konuşanlar, susanlar, nöbet bekleyenler, atlar, her bi şey, hemen haber alınmıştı. Bir kaç güne, üzerlerine bol gelen gri renkte üniformaları ve omuzlarında parlayan kocaman tüfengleriyle dört asker, bir şafak vakti Galvason’a geldi. Uşene Seyd’i, çadırları kurdukları tepenin komutanının çağırdığını söylediler. Pire Piran’dan bir işaret almış gibi, sabırsız ve gönüllü bir yolcu gibi, askerlerin ortasında yola düşen Uşene Seyd, peşlerinden silahlı yürüyen köy gençlerinin -askerlerin anlamadığı dilde- yaptıkları kurtarılma tekliflerini, askerler emir kulu, genç ve günahsız diye kısa kesip, yalnızca geride kalan ağlamaklı Galvason’a ve etrafını saran dik dağlara baktı. Bu cesur, bu güçlü, bu korkulan adam, dört çipil askerle, sanki onlardan çekiniyormuş gibi, etraflarında kuşanmış yüzlerce genci hayretler içinde bırakarak, çadırların bulunduğu tepeye, işte böyle gitti. Uşene Seyd’in yaşamı, o yılın sonbaharında, bir kasım sabahı, Elazığ’da bir meydanda, boynuna asılan bir fermanla sona erdi.

Bin dokuz yüz üç senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın’ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler. Kaza Kaymakamı Selahattin bey, müddeiumumi ile Doktor’u yanına alarak ertesi günü tahkikata bizzat gitti. Candarma kumandanı izinli olduğu için yanlarında bir başçavuş ve üç candarma neferi vardı. İki saat sonra köye geldiler. Gelenler hiç dinlenmeden, muhtarı da alarak cinayet yerine gittiler. Girdikleri evde, sedirle kapı arasında, ayakucu kapıya doğru bir yatak duruyor, yatağın üzerini tamamen örten ve uçları biraz da yere uzanan yorganı hareketsiz iki insan vücudu kabartıyordu. Yatağın kenarından başlayıp odanın ortasına kadar yayılan ve orada ufacık bir gölcük meydana getiren pıhtılaşmış kanlar bu odada bir takım hadiseler olduğunu söylüyordu. Fakat odaya girenleri dehşet içinde bırakan ne bu bir miktar kan, ne de yorganın altında görünmeden kabaran bu iki vücuttu; onlar sedirin köşesinde diz çöküp oturan ve kendilerine sabit gözlerle bakan küçük bir çocuk görmüşlerdi.

Sabahattin Ali, o küçük çocuğun, Kuyucaklı Yusuf’un hikâyesini seksen sene evvel yazdı. Yusuf yaşadı mı, annesi-babası bir ev içinde eşkıyalar tarafından kesildi mi, kanları bir oda içinde göl oluşturdu mu, hiç bilmiyoruz. Ama Sabahattin Ali, seksen sene evvel, hiç yaşanmamış bir cinayeti ve Yusuf’un hikâyesini tüm gerçeğiyle yazdı. Kuyucaklı Yusuf, şimdi seksen yaşında.
Uşene Seyd doğdu, yaşadı, eşi, çocukları, köyü, çeşme başında kavaklar ve dört yanı saran dağlarla. Bir sabah, bir meydanda öldü, kızıl köstekli saati cebindeydi. Unutuldu neredeyse yüz yıl, hikâyesi yazılmadı, ta ki Hüseyin Çağlayan çıkıp, Ema Lenge’yi yazana kadar. Uşene Seyd, tam seksen sene sonra dile geldi.

* Seksen sene sonra