Kurucu ve CEO Efe Çakarel’in kendi sevdiği filmlerle gösterimlere başlayan Mubi adeta bir düşler tarlasına dönmüş durumda. Çizgisini, 2007’de izleyicisine gösterdiği en ilk film olan, Arjantinli Estaban Sapir’in ‘La Antena’ isimli farklı filmiyle çizmişti. Prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde yapan bu filmi evimize getirmişti. Bağımsız, art house filmleri göstermek için yola çıkan Mubi’nin varlık sebebi, önemi ve niteliği bugün çok daha iyi anlaşılıyor.

Efe Çakarel’in anlatımıyla, Mubi’nin ilk 8 senesi çok zormuş hatta ilk iki sene önemli film anlaşması bile yapamamışlar. Gelişmelerindeki en büyük etkenlerden biri 2016’da Paul Thomas Anderson’dan gelen bir telefon ile başlamış. Kendisi için çok özel bir film çektiğini ve filmin New York Film Festivali’indeki gösterimiyle eş zamanlı olarak Inherent Vice filminin Mubi’de gösterilmesini istediğini söylemiş. Bu andan sonra işler oldukça değişmiş, şimdi yayınladıkları filmlere bakınca Mubi’nin nasıl bir devasa uluslararası bağımsız platforma dönüştüğü zaten görülebiliyor. Elbette dünya ve sistem hızla değişiyor. Örneğin ‘Roma’ gibi bir filmi seyirci sadece Netflix’te izleyebiliyor çünkü onun filmi. Bu da bu tür platformların film üretmelerini zorunlu hale getirecek. Yani Alfonso Cuaron gibi bir yönetmenin filmini kendi platformunda gösterebilmesi için, o platformun kendisinin filmi çekmiş olması gerekecek. Peki, dijital platform sayıları çoğalınca ne olacak? Onu göreceğiz.

Türkiye’de büyüme hızı çok yüksek olan, en iyi onlarca filmi seyircinin önüne seçki olarak koyabilen ve her gün de bunların üzerine yeni filmler ekleyen bu sanal sinematekten filmler tavsiye etmeye devam edeceğim.

GECE YARISI SOKAKTA TEK BAŞINA BİR KIZ

hic-bitmeyen-film-festivali-mubi-826846-1.

Ana Lily Amirpour’un ilk uzun metrajlı, distopik bir aşk hikâyesinin anlatıldığı “Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız / A Girl Walks Home Alone at Night” filmi son derece havalı ve çekici. Türü ise, bu film için türettiğim “pop art noir”.

Hayali İran'da bulunan, fahişelerin uyuşturucu satıcılarının kol gezdiği Bad City kasabasında, geceleri yapayalnız gezinen kara çarşaflı dişi vampir (Sheila Vand), kasabadaki suçluların peşinde dolaşır ve onları avlar. Vampir kız, her ne kadar kara çarşafı ile geceleri sokaklarda gezse de evinde gayet post punk yaşayan, müzikler dinleyen alternatif bir karakter. Uyuşturucu bağımlısı babasının borçları nedeniyle hayatta en değer verdiği varlığı olan klasik arabasını satmak zorunda kalan James Dean tarzıyla dikkat çeken Arash’ın (Arash Marandi) yolu çarşaflı vampirimizle kesişince aralarında tuhaf bir ilişki başlar. Film Ana Lily Amirpour’un grafik romanından aynı isimle uyarlanmış. Uyarlamanın getirdiği olumlu etki filme etkileyici atmosfer ve görsel huzursuzluk olarak geri dönmüş. Film ile ilgili rahatsızlık veren tek kısım, filmin “İran'ın ilk vampir filmi” cümlesiyle lanse edilmiş olması. Yönetmeni Amirpour’un İngiletere’de doğup Amerika’da büyümüş birisi olarak filmini ilk İran vampir filmi olarak lanse etmesi, piyasaya yönelik bir kandırmaca. Ayrıca filmin çekildiği yer de California.

MANİFESTO: SANAT TURU

hic-bitmeyen-film-festivali-mubi-826845-1.

Julian Rosefeldt’in video art enstalasyonunun uzun metraj olan bu halini, avangart deneysel çalışma olarak tanımlamak Manifesto’yu doğru tarif edecektir. Filmde usta oyuncu Cate Blanchett karşımıza 13 farklı karakter olarak çıkıyor. Kendisini filmde, sanat tarihi boyunca sanata ve sanatın okunmasına yön vermiş çeşitli manifestoları okurken izliyoruz. Bir öğretmenden, otoriter anneye, fabrika işçisinden bir kukla sanatçısına, bir bilim kadınından bir evsize birçok değişik karakter kılığında izlediğimiz Blanchett, tüm bu birbirinden bağımsız gibi gözüken bölümlerin arasında gizemli bir ahenk yakalamamızı sağlıyor. Ayrıca 20’nci yüzyıl fikir akımlarından kendi bakış açısını besleyen metinler seçen yönetmen de film seyircinin ilgisini diri tutmak ve aynı zamanda görsele de odaklamak için yaratıcı mizansenleri olan sahneler kurgulamış. Alman yönetmen bu mizansenler için kişi-mekân ilişkisini statik algıyı da dinamikleştirerek mükemmel bir şekilde kullanmış. Kostümler, renkler ve ışık ile mizansenleri çok etkileyici bir seviyeye çıkartmış. Dada, Fluxus, Dogma manifestolarını Blanchett’in sesinden, etkileyici görsel eşliğinde artarda dinleyince, film beyninizin bir yerine itelemiş olduğunuz sanatsal teorilerin birbirleriyle çelişen ve birbirlerine uyum gösteren yanlarını hatırlamanıza sebep oluyor. Ama itiraf edeyim filmin sanat okulu öğrenci polemiklerinin pek ötesine gidemeyen entelektüel tekrarı beni tatmin etmedi.