Kötülüğün sıradanlığına karşı, Süreyya hoca olamasak da, hepimiz en azından Süreyya hocanın cümleleri olmak zorundayız şimdi

Hiç sosyalist hocanız olmamış gibi kötüsünüz

TUBA ENGEL - İngilizce Öğretmeni

Tarihin, artık tarih olduğunda, insanların nasıl bu kadar itaatkar, bu kadar kötü, bu kadar riyakâr olabildiğini konuşacağımız dönemlerinden geçiyoruz. Sanıyorum bu ara solda duranlar olarak içinde bulunduğumuz sıkışmışlık halinin ve zaman zaman umutsuzluğa sürüklenmemizin asıl sebebi iktidarın kötülüğünden çok; bu kötülüğün nasıl hızlı ve kolay bir şekilde tabandaki kitlelere nüfuz edebildiğini görmek. İyi ya da kötü olma tercihi hiç onlara verilmemiş ve belki de bu nedenle düşünme, alternatif üretme ve itiraz etme yetilerinden yoksun bırakılmış bir çoğunluk; ilkesizlik, çıkarcılık ve yalancılıkla hayatını sürdürüyor. Kime sorsan “Ben sadece görevimi yerine getirdim” diyor, kime sorsan sadece emirlere uyuyor. Amirinin, şefinin, müdürünün, rektörünün dediklerini yaptığı için, yani “başkasının isteklerini yerine getirdiği için, kimse kendini yaptıklarından sorumlu görmüyor”1. Kötülük binlerce parçaya bölündüğünde; hem herkes üzerine düşeni yapmış, hem de kimse sonuçların sorumluluğunu üstlenmemiş oluyor.

Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabı, Nazi Almanyası döneminde Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesinden sorumlu bir üst düzey SS yetkilisi Adolf Eichman’ın yargılandığı davayı inceler. Arendt, Eichman’ın bir fanatik ya da sosyopat olmadığını, aksine bu kötülükleri çok ortalama bir insanın da sadece düşünmeyerek, sorgulamayarak ve itaat ederek yapabileceğinin altını çizer. Kötülüğün sıradanlığı ifadesini popülerleştiren bu kitap, memleket hali ahvalini de resmeder nitelikte. Bugün bu kötülüğün erkeği, eşini Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği gerekçesiyle savcılığa şikayet ediyor. Şoförü, otobüste bir kadına tecavüz ediyor. Bu kötülüğün mahallelisi, sokağında kedilere barınak yapan gençlerle kavga ediyor, köpek barınağını içindeki köpeklerle birlikte yakıyor. Bu kötülüğün akademisyeni devlete muhbirlik yapıyor, çalışma arkadaşlarını işten attırıyor. Öğrencisi, dersinden geçer not alamadığı hocasını terör propagandası yapmakla itham ederek BİMER’e ihbar ediyor. Bu kötülüğün öğretmeni, ilkokul çocuklarına idam ipleri dağıtıyor, onlara öldürmeyi öğretiyor. Bir muktedire yaranmak için herkes muhbir, kolluk kuvveti, patron, yargıç oluveriyor. Tek adamın Pirus zaferi için ve de tek tek herkesin kendi küçük zaferi için her yol mübah görülüyor. Bugün “iyi”nin toplumsal kodları değişiyor. Kötülük, bu topraklarda belki de daha önce hiç olmadığı kadar “normalleşiyor” ve örgütleniyor.

Kötülüğün sıradanlığına karşı Süreyya hocanın cümleleri olmak
Uzun yıllar önce o zamanlar bizim olan bir derginin son sayısında yayınlanan Alternatif 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Bildirisi başlıklı bir yazı okuyordum, şöyle diyordu yazıda: “Binalarınızın önünden otobüsler geçer, tabut evlere ölüler taşıyan otobüsler. Hiçbiri orada durmaz, camlara başlarını yaslamış kent hayaletleri sadece ışıklarınıza bakar ve anlar, oradaki hayatın kendisinin olmadığını; anlar, giremeyeceği kapılardan bir kapıdır tiyatronuzun kapıları. Söyleyin şimdi, böyle tiyatro olsa ne olur, olmasa ne? Kendini sokağa kapatmış bir tiyatro ölüdür, içinde çok üşümüş birinin ısınmadığı tiyatro sadece mezarlıktır. Gidin ve her gece gömün ölülerinizi.»

Yazıyı yazan Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Süreyya Karacabey’di, ilk kez o yazısıyla tanımıştım. Yüzünü tiyatro kapılarının ardındaki o parlak dünyaya değil de; duvarın berisindekilere, sabahın alaca karanlığından günbatımına değin çalışıp, güneş ışığından, ekmekten ve hürriyetten yoksun bırakılanlara dönmüş, bu ülkeye fazla gelen bir başka akademisyen Süreyya hoca.. Emrah Serbes, Mert Fırat gibi nice isimleri yetiştirmiş; resmi olarak öğrencisi olmayıp da kendini Süreyya hocanın öğrencisi kabul eden pek çoklarının “Ulrikesi”, “Ay annesi”, yürekli, inatçı, başı dik, canımızdan içre bir hoca. İnsan olmayı ve insan kalmayı öğreten, binlerce öğrencinin hayatına dokunmuş bir hoca Süreyya Karacabey. Devlet, 6 Ocak’ta yayınlanan KHK’larla onu da üniversiteden ihraç etti; zekası, birikimi, tavrı ve yüreği; kötülerin baş edebileceği türden değildi çünkü. Tiyatro öğrencilerinin deyimiyle onlar “Süreyya hocanın kurduğu bir cümle bile etmezler”di.

Bir gün, Süreyya hocaya şöyle demiştim: “Büyüyünce Süreyya hoca olacağım”. Kötülüğün sıradanlığına karşı, Süreyya hoca olamasak da, hepimiz en azından Süreyya hocanın cümleleri olmak zorundayız şimdi. Öfkemizi yeğleyelim üzüntümüze bir kez daha, ondan öğrendiğimiz gibi: Ulrike’ler, rasyonalize olmak istemeyen kediler ve ay anneler aşkına… Öfkemizi büyütelim, iyiliği yeniden örgütleyebilmek için.

Tarih, artık tarih olduğunda, kendi intikamını alıyor. Eichman, dava sonunda savaş suçlusu olarak idam edildi. “Hostis humani generis” yani insanlığın ortak düşmanı olan herkesin sonu mutlaka geliyor. Bir gün bütün diktatörler ölüyor, “bu işin fıtratında var”. Ancak elbette diktatörlerin ölmesini beklemek değil mesele. Mesele bu kötülüğe karşı sesini çıkarabilmek, dik durabilmek ve onurunu koruyabilmek. Unutmayalım, tarih kitaplarında adları asla geçmeyecek olan çocuklar olsak da, biz de varız bu topraklarda, biz de bu ülkede doğup büyüdük. Unutmayalım biz kimiz, nasıl haklı ve güzeliz. Unutmayalım ülkenin dört yanından gelip başkentin göbeğine çadırkent kuran işçileri, Haziran günlerinde parklardan, sokaklardan, meydanlardan fitillediğimiz o büyük ateşi; o meydanlarda zalimlerden el ele kaçan kara ve beyaz çocukları, o parklardaki yeşilli morlu ağaçlara yaslanıp umudu büyüten “bizler”i. Hatırlayalım daha dünmüş gibi ve yarını düşler gibi. Daha güçlü, daha cesur, inadına daha iyi olalım. Kendimize ve birbirimize her zamankinden daha çok inanalım. Mümkünse bizi öldürmeyi, öldüremediğini ise yaşayan ölü haline getirmeyi isteyen bu kötülükle başa çıkmanın başka yolu yok.

Yıllar önce Süreyya hocayı tanımamı sağlayan o bildiriden bir kesiti hocamın affına sığınarak uyarlıyorum: Kendini düşünce ve ifade özgürlüğüne kapatmış bir akademi ölüdür, içinde çok üşümüşlerin ve kedilerin ısınamadığı ve de ay annelerin olmadığı bir akademi sadece mezarlıktır. Maddi akademi şeytandır. “Yeni Türkiye”nin üniversite tahayyülünde onurlu, güzel insanlara yer yok, anlaşılmıştır. Bu kötülüğün üniversitesi aydın düşmanı, biatçı ve korkak; cesur, aydın, toplumsal barış için sorumluluk duyan ve işini kaybetme pahasına onurundan taviz vermeyen, sözünü sakınmayan çok değerli hocalarımızı okullardan ihraç etmeleri bundan. Sibel Özbudun’un bir mahkemesinde, bir öğrencisinin elinde tuttuğu dövizde yazdığı gibi: Onlar, hiç sosyalist hocaları olmamış gibi kötüler. Ancak umut direnenlerde, umut özgürlük, eşitlik, barış için mücadele edenlerdedir ve şimdi muktedirlere yeniden özgür üniversiteleri, işçi üniversitelerini hatırlatma vaktidir.

Dipnot
1 Milgram, 1974, pp. xii, xiii