Birbirimizi anlamak mı? Arno Gruen söylüyor, Demokrasi Mücadelesi’nde: “Birbirimizi anlamak, ancak çocukluk acılarımızı yok saymamakla olur.”

Hiçbir gelişme yok

KERİM AKBAŞ

“Bizim en büyük sermayemiz, ızdırap. Petrol değil, doğalgaz değil – ızdırap. Aralıksız üretebildiğimiz tek şey bu. Sürekli şu soruya cevap arıyorum: bizim çektiğimiz acılar neden özgürlüğe dönüşmüyor? Beyhude mi gerçekten bu kadar acı?’’ Svetlana Aleksiyeviç

Evin önünde üç adam duruyor. Evin önünde veya içerisinde değilim. Evin önündeki üç adam hakkında hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir şey bilmek istemiyorum.

Kızılay’dan Tunalı’ya doğru ağır ağır yürüyerek on dakika sürüyor. Meclis Parkı, benim için çok mühimdir, orayı iyi bilirim. C harfi şeklinde beton oturakların en sevdiğim yerde olanına oturuyorum, tam ortasına, çantamı yanıma bırakıyorum, bir sigara yakıyorum. İki saat var. Su içiyorum, telefona cevap veriyorum, geçen köpeğe takılıyorum, kaykaycılara ateş veriyorum. Bir kadın ağlayarak geçiyor önümden. Sonrasında bir erkek gülerek geçiyor. Golden cinsi köpek güvercinleri kovalıyor, oynuyor onlarla. On altı yıldır beklediğim kadro açıldı, başvuramadım, bunu üç adam bilmiyor. Saul Bellow’un Herzog karakterini anımsıyorum: “Lily, kendimi nakavt etmeyi bırakacağım.” Canımın sıkıldığı belli olmasın diye ilk olarak birazdan buradan kalkıp boks salonuna gideceğim aklıma geliyor, sonrasında tabii ki Turgut Uyar’a sığınıyorum: ‘’nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada/ hangi çılgınlar nasıl dayanıyor buna…” Gaston Bachelard’a burayı uzunca anlatmak isterdim. Peyzajını, Ankara’da sadece orada olan ağaçlarını, lanet olsun, bir hesaplaşma istemediğimi; sadece burada olmanın keskin sızısı ya da coşkusu ve boks salonuna giderken, geçmişimdeki ‘burayı’ sürekli anımsamayı… “Geçmişin tiyatrosu olan belleğimizin dekoru, kişileri baskın rolleriyle korur’’ diye yazmıştı, beni anlardı…

Üç adamdan ikisi benim yaşlarımda. Kipling’i bilirler mi? Kipling ayrı ayrı verilen iki İngiliz kraliyet şövalyeliği unvanını da reddetmiş şair. Savaştan sonra İngiliz milliyetçisi olduğu için kendini asla affetmeyeceği bir sürece girecek çünkü oğlunu savaşta kaybetti. Savaştan sonra? Savaş bitebilir bir şey değil, yineliyorum. Yineliyorum çünkü yineleme hakkımı da bir şeyleri affetmeme hakkımı da Derrida’ya borçluyum. Kipling, geç olsa da hatasıyla yüzleşiyor, onun uçurumu da bu. Üçüncüsünün yaşı epeyce var, ona bir anda şöyle söylemek isterdim: Satrançta hat açma hakkında ne düşünüyorsun?

2001 yazında Karadeniz’in yaylalarla çevrili bir kasabasında futbol hayatımın bittiğini çok acı bir gerçekle öğrendiğim zaman, bununla o yaşımda başa çıkabilmenin yollarını aradım. O ahşap evin kütüphanesinde ne kadar kitap varsa okudum. Dört ay zordur, kocaman bir alçıyla, ayak bileğinde iki kırıkla, kaval kemiğinde iki kırıkla yatmak, zordur. Pencereden futbol oynayan çocukları izlemek zordur. Bir kitabı yüzüne bastırmak, çok zordur. Âşık Veysel şiirlerinin derlemesi vardı kütüphanede, o kitabı tek bir gün unutmadım: “Bir ulu ağaçtan yaprak düşse/ o anda acısın duyar iniler…” O günlerde, bir kitapta, bir güzel ağbimizin son mektubunu da okudum. Kitaplarımı kardeşime bırakıyorum, diyordu son mektubunda. Ben bu kadar kitapla boğuşurken, böyle bir cümleyi okuyordum. Ekliyordu: Onun bilim adamı olmasını istiyorum.

Evin önündeki üç adamla Higgs Bozonu’nu ya da Wow sinyalini konuşamazsın. Deleuze’ün sinema imgelerini, mahallemizin güzel ağbisi Saussure’ün disiplinlerini konuşamazsın. Marx’ın sınıf savaşımları mevzuunu haydi atlayayım, ne Adam Smith ne ceteris paribus ne Giffen malların geleceğinden konuşamazsın. Tarkovsky’nin Nostalghia’sındaki köpek ya da oda imgesini hiç saymayayım. Satrancın gizli hamlelerini bilmezler. 4-4-2’de çift forvetin arkasındaki sistemi, pas trafiğini bilmezler. İşçi sınıfının boksa olan ilgisinden bir haberdirler. Birbirimizi anlamak mı? Arno Gruen söylüyor, Demokrasi Mücadelesi’nde: “Birbirimizi anlamak, ancak çocukluk acılarımızı yok saymamakla olur.”

Hiçbir gelişme yok: Çitin diğer tarafı yeşil. Üzüm sarmaşıkları üst üste iki balkona da dolanmış, alt kattaki köpeğe gölgelik veriyor. Yaprakları artık sarılabileceğini müjdeliyor. Karşıda Toroslar uzanıyor, kedi miyavlıyor, Beşiktaş Çin’e uçuyor, Vladimir Kliçko boksu bırakıyor. Büyükçakıl Mahallesi’ne sırtımı dönerek, denize doğru, Kaş’a doğru sessizce mırıldanıyorum: “Kötü bir alışkanlıktan başka nedir bir adam?”

Sözleşme gelmiş olmalı, diyor Avukat. İçi içine sığmıyor. İkinci kitabı geliyor. Bunu birazdan sol kroşe ve aparkatlarla kutlayacağız. Aynada sakince kendimizi süzerek kutlayacağız. Meclis Parkı’nda yan yana yürüyoruz. Artık toparlan, diyorum ona. Artık toparlan, diyor bana. Gülmemiz lazım, omzuna vuruyorum. Aylar sonra; Avukat, benim Giray Kemer dostum, “Senlik bir şey yok ama eğer seni alırlarsa kendime gelemem,” diyor. “Buna ben bakmayayım, sen de gidersen toplayamam.”

Üç adam belki Azer Bülbül’ü biliyordur. Kalbim şikâyetçi oluyor benden, der, Başaramadım isimli parçasında. Fernando Pessoa’yı biliyorlar mıdır? O da, ruhum hayatımdan yoruldu, diyor.

Hadi Özkan. Boks hocam. Seksenlik ama çok genç, kartal. Ben, ondan yeterince sağ kroşe yediğimi düşünüyordum. Olmadığım bu süreçte, onu dayanamayıp aradım. Bana şimdiye kadarki en sert kroşesini vurdu: “Seni çok özledim, neredesin be, yarın gel hemen seni karşıma alacağım. Kayboldun ortalardan sanmıştım, aradın, beni çok duygulandırdın Kerimim. Yarın kesin bekliyorum.”

Kardeşim Kaan Boşnak, grubu Yüzyüzeyken Konuşuruz’la Sandal isimli bir şarkı yaptı. Sözleri de ona ait. Şöyle bitiyor şarkı: “Yoldan çıktım geldim/ Kuyulara düştüm kendim/ Tırmandım parmaklarımla/ Kirlensin tırnaklarım da…”

Üç adama son olarak Murat Uyurkulak’ı tanıyıp tanımadıklarını sorardım. Hiç okudunuz mu, anlamında. Verecekleri cevap, devamında söyleyeceğim cümleyi değiştirmezdi ama: Akademi vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi. Sağ olun, bu ihtimali bitirdiniz.

Bir ara sigarayı bırakmamız gerekiyor. Bir ara bırakırız.