Hiçbir Yerden Haberler

SEMİHA DURAK

Kendisini ‘boş bir günün aylak şarkıcısı’ diye tanımlıyor.

Oysa her yönüyle yaşamı güzelleştirmeye adanmış bir hayat hikayesi var. Durup dinlenmek bilmeden yaşadığı kısacık hayatında mimar, ressam, dokumacı, dekoratör, mobilyacı, matbaacı, şair olmayı hem de her birini iyi yaparak başarmış çok yönlü bir sanatçı, sosyalist, düşlerinden vazgeçmeyen bir insan William Morris. Aynı çağda yaşamadığımıza hayıflandığım, belki gizliden gizliye aşık olduğum ‘güzel’ bir adam.

Aynı zaman diliminde yaşamasak da yıllardır Londra’nın aynı sokaklarında dolaşıyoruz William ile. Ona göre geçmiş hiç bir zaman ölmüyor, Şimdi bizimle birlikte var olup şu an kurmaya çalıştığımız gelecekte de canlılığını hep koruyacak. Bu sözünden bir parça umut çıkarabilir ve hala buralarda bir yerlerde olduğunu düşünebilirim. Ama gerçekte bundan daha platonik, daha ulaşılmaz, daha umutsuz bir aşk olamaz sanırım. Bir de üstüne ‘eğer bir insan aynı anda hem halı dokuyup hem de kafasında epik bir şiir kurgulamayı beceremiyorsa susmalıdır, çünkü bu hayatta iyi birşeyler yapmasının imkanı yoktur’ diyecek kadar da çıtayı yüksekte tutmuş. Pek şansım yok gibi…

Fakat yine de ona olan hayranlığımdan vazgeçirmiyor beni bu durum. Aşkını da, aşkla beraber gelen hayal kırıklıklarını da tüm hayatı gibi sade, güzel ve zarif yaşadığını öğreniyorum. Henüz ‘sadece’ arkadaş oldukları sırada karısı Jane’i dünya edebiyatının en güzel destan karakterlerinden biri olan ‘Güzel İsolde’ olarak resmetmek istemiş ama resim hayalini kurduğu mükemmelliğe ulaşmayınca resmin arkasına, ‘seni resmedemiyorum ama seni seviyorum’ yazıp Jane’e verecek kadar ‘romantik’ ve tutkulu bir aşıkmış. Paris Komünü’nde iki devrimcinin aşkını anlattığı Umudun Yolcuları şiirini okurken sosyalizmi, daha iyi bir dünyaya duyduğu özlemi de aşka benzeyen bir tutkuyla yaşadığını görüyorum.

Ama yazdıkları içerisinde en anlamlı bulduğum eseri, 1890’da kaleme aldığı Hiçbir Yerden Haberler. Kimileri tarafından çocuksu bulunmuş olsa da bugüne dek yazılmış en güzel ütopyalardan biri bence. Hikaye, Londra’daki Sosyalist Lig’de bir toplantının ardından evine gidip uykuya dalan ve adı William Guest olan anlatıcının sabah uyandığında kendisini gelecekteki Londra’da bulmasıyla başlıyor. Burada insanlar yeniden güzelleşmiş doğayla uyum içerisindedir. Özel mülkiyet ve para ortadan kalkmış, insanlar kendi üretttikleri ürünleri ihtiyaçlarına göre takas ederek sanat ve kültürle ayrılmaz bir bütünlük içerisinde keyifle yaşamaktadır.

William bizi de yanına alarak o sabah gözlerini açtığı bu ütopyayı keşfe çıkıyor. Hangi zaman diliminde olduğunu Yunan mitolojisinden tanıdığımız, insanları öte dünyaya taşıyan Kharon’a gönderme yaptığını düşündüğüm kayıkçı karakterine rastlayana kadar bilmiyoruz. William, Thames nehrinde onu yolculuğa çıkaran kayıkçıya nehrin üzerinde yükselen köprünün tarihini soruyor:

‘Çok eski değil, ya 2003 yılında yapıldı ya da açıldı’ diye yanıtlıyor kayıkçı.

William da ben de bu tarihi duyunca bir hayli şaşırıyoruz. Benim şaşkınlığımın nedeni, 2003 yılının kendi küçük ütopyalarımın peşinden Londra’ya gelip yerleştiğim yıl ve benim hayatıma olduğu kadar doğduğum ülkeye de, dünyaya da dönüm noktası niteliğinde değişimler getirmiş olması. Hem kişisel tarihim hem de dünya için ne kadar önemli bir yıl olduğunu sonradan anladığım 2003 senesini William’ın bir köprüyle bağlamış olmasının sadece bir tesadüf mü yoksa bir metafor mu olduğunu düşünmeden edemiyorum.

İngiltere’nin ABD’nin yanında Irak’a karşı savaşa girmesini engellemek adına bir milyon insanın yürüdüğü, en büyük protestolardan biri olan savaş karşıtı yürüyüşü sadece bir günle kaçırıp gelmiştim Londra’ya. 20’li yaşlarımın başındaydım ve doğduğum ülke hızlı bir biçimde bilinmez bir yola doğru gidiyordu. ‘Umudun Yolcuları’nın’ kendini bulamayacağı bir yol olduğunu farketmiş olsam da bu yolların bir labirent gibi tüm dünyayı sarmış olduğunu ve kaçışın, çıkışın hiç kolay olmadığını pek de anlamamıştım o zamanlar.

William’ı biraz daha yakından tanımak istediğimde, o zamanlar Doğu Meselesi dedikleri Ortadoğu sorununa kafa yorduğunu görüyorum. 1877’de İngiltere’nin Ortadoğu’ya açılmak amacıyla Osmanlı’nın yanında Rusya’ya karşı savaşa girmesini engellemek için düzenlenen protestoların önde gelen liderlerindendi. Bu savaşla ilgili olarak İngiliz liberallerine hitaben yazdığı mektup gerçekten de çok ilginç. ‘Türkler alev gibiler- iyi hizmetkar ve kötü yöneticiler: ama ben onların hizmetkar olmalarını istemiyorum; Türkler’in Hristiyanlar tarafından Hristiyanların da Türkler tarafından ezildiğini görmek istemiyorum’ der mektubunda. Sonra da ‘Bizi bu savaşa götüren kim? Borsadaki açgözlü kumarbazlar, ordunun ve donanmanın atıl subayları (zavallı adamlar), kulüplerin köhnemiş taklitçileri, savaşla kaybedecek bir şeyi olmayan, rahat kahvaltı masalarına heyecan verici savaş haberi arayan gözü dönmüş satıcılar’ diye yazar.

Burada durup Murathan Mungan’ın dizelerini hatırlayıveriyorum:

'İçiçe geçmiş yarıkları çağların

Her şey bir diğerinin çekirdeğinde'

Ortadoğu tarihinin belirleyici savaşlarından birini engelleyemese de sorunun temelini çok iyi kavramıştı William. Doğanın da kentlerin de yükselmekte olan emperyalist ve kapitalist sistemden dolayı çirkinleşmeye başladığını görmüştü. Her türlü çirkinliğe karşıydı ve kendini adadığı dünyayı güzelleştirme çabasına ‘koltuklardan başladı’. ‘Kullanışlı ve güzel olmayan hiçbir şey olmasın evlerinizde’ diyordu.

Çünkü ‘mutluluğun gerçek sırrı, günlük yaşamın her türlü ayrıntısıyla ilgilenmekte gizliydi.’

Kullanmak zorunda oldukları eşyaların insanlara haz vermesini ve bu eşyaların fabrikadan çıkma sıradan şeyler değil zanaatkarlar tarafından el emeğiyle üretilmiş ürünler olmasını istiyordu. Daha o zamanlar, daha herşeyin başındayken makineleşmeye karşı çıkıyor, ‘makinelerin köleleri olmayalım’ diyordu. İnsanlar için güzelliklerle bezenmiş bir gelecekti hayalini kurduğu ama bir yandan da eski zamanlara özlem duymaktan kendini alamıyordu. Sanayileşmenin olmadığı zamanlara… Eskiye dönmek, geçmişe sarılmak ya da ütopyalar kurgulamak William’ın labirentlerden kaçış yoluydu belki de.

Hem onu üreten sanatçıya, zanaatkara hem de ondan yararlanan halka keyif veren, mutluluk katan bir sanat anlayışının, Sanat ve Zanaat Akımı’nın (Arts & Crafts Movement) öncülerindendi. ‘Eğitim ve özgürlüğün sadece bir avuçtan ibaret üst tabakadaki insanlara ait olmasını istemediğim gibi sanatın da bir avuç insan için olmasını istemiyorum’ diyordu. Söyledikleri İngiltere solunda da sanatında da hala yankısını bulmaktadır.

William için sosyalizm insanın yaptığı işten de yaşadığı hayattan da haz almasıydı. ‘Izdırap içinde kafam karışarak okudum’ dediği Marx’ı en iyi anlayanlardan biriydi belki de. Hiçbir Yerden Haberler’de Marx’ın fikirlerini ince ayrıntısına kadar resimlemiş, dokumuştur adeta. Her ne kadar hikayenin sonunda anlatıcı William uyanıp hiçbir şeyin değişmediğini her şeyin bir rüya olduğunu görse de umutsuzluğa kapılmaz ve ‘eğer gördüğüm şeyi başkaları da görüyorsa belki de gördüğüm bir düş değil, önsezidir’ diyerek bize bir açık kapı, ya da ışığın geçmesi için bir ‘yarık’ bırakır.

William’ın hayalini kurduğu bir Londra değil belki bugün sokaklarında yürüdüğüm. Onun öngördüğü şehircilik anlayısından, ütopyasından uzakta bir manzara var. Ve gökyüzünde şu an William Morris desenlerindeki rengarenk kuşlar değil de gökleri delmeye hazırlanan vinçler yükseliyor olabilir. Ama çağlar öncesinde bırakılan yarıklardan sızan ışığı ısrarla ve umutla gören birileri hep var, hep var olacak…

Şimdi ben, Türkiye’li bir göçmen ve onunla aynı düşleri paylaşan bir Londra’lı, William’ın hayalini kurduğu zamanlarda, onun müzesindeki küçük bankta oturmuş duvara yansıyan belgeselde onun hayatını izliyorum. Kulağımda ise 20’li yaşlarımın başında hep mırıldandığım, doğduğum topraklardan buraya getirdiğim bir şarkı:

'Kaybolmuş bir kentin eskicisiydi, makineleşmeye karşı duyguları topluyordu

Torbasında umut, torbasında insana dair ne varsa'

Bu da bir ‘güzellik’ değil mi?