Hikâyeyi atlara ezdiren yönetmenin hikâyesi

Etimoloji sözlüklerine göre ‘continent’ (kıta) sözcüğü bugün bildiğimiz coğrafi anlamıyla ilk kez 1550 yılında kullanılmış; Colombe’un Amerika’yı keşfiyle açılan yeni yolda yeni bir sözcük. Ondan önce ne denizciler kullanıyor bu sözcüğü, ne alimler ne de askerler. Ama yönetmen Timur Bekmambetov son filmi Ben-Hur’da miladi 25li yıllarda yaşayan Romalı asker Messala’ya anılarını anlattırırken “Kıtaları aştım” dedirtebiliyor.

Çok küçük ve önemsiz bir hata gibi görünebilir ama bariz bir ‘senaryo özensizliği’yle karşı karşıyayız. Bu tarihsel sürekliliğin ve nedenselliğin önemsenmediği veya bile isteye ortadan kaldırıldığı bir postmodernist uygulama olabilirdi belki, ama öyle değil; filmin tamamına yayılmış, izleyiciyi filme yabancılaştıran -Brechtyen anlamda değil- bir özensizlik.

Yine de önemsiz olabilirdi, ama Rusya’da film yaptığı yıllarda Night Watch/Gece Nöbeti (2004) ve Day Watch/Gündüz Nöbeti (2006) gibi harika fantastik-politik alegorilere imza atmış bir yönetmenin Hollywood’a transfer olduktan sonra sadece ideolojik düzeyde değil sinematografik ustalık düzeyinde de olumsuz bir değişim yaşadığının göstergesi olarak ele almak gerekiyor -2012’de aynı meseleyi Bekmambetov’un yapımcılığını üstlendiği bir film üzerinden tartışmıştım. (https://www.birgun.net/haber-detay/kizil-meydan-kararirken-19449.html)

Timur Bekmambetov Ben-Hur’da son derece sıradan bir Hollywood görselliği için atmosfer ve gerçekçilikten defalarca taviz veriyor. Mesela atı üzerinde çıplak kayalar üstündeki şehirden çıkan genç kendini birden ağaçlarla kaplı yemyeşil bir yerde bulabiliyor; sırf Yahuda Ben-Hur sevgilisi Esther’in peşinden giderken romantik ve aydınlık bir ortam olsun diye… Bekmambetov’un Kudüs’ü her türlü Yahudi imgesinden özenle arındırılmış, tek bir yedi kollu şamdan veya Davut yıldızı bile göremeyeceğiniz son derece seküler bir şehir. Hele Yahuda’yla Esther’in Kudüs sokaklarında öyle bir sarmaş-dolaş gezmeleri var ki, 2000 yıl önce Romalıların işgali altındaki koyu dindar Yahudi kentinde değil de günümüzde Amsterdam’da Kanal kıyısında dolaştıklarını bile düşünebilirsiniz!

Filmin temelinde 1880’de yayımlanmış Ben-Hur: A Tale of the Christ (Ben-Hur: Bir İsa Masalı) adlı bir roman var. Kitabın ilk uyarlaması 1925’te, ikincisi ve en bilineni -başrolünde Charlton Heston’ın oynadığı William Wyler filmi- 1959’da yapıldı. 11 Oscar ödüllü bu ikinci uyarlama ancak belli başlı bazı sahneleriyle ‘dini film’ kategorisinde anılır ama işte o filmi ‘o film’ yapan da İsa’nın Ben-Hur’a su vermesini veya sırtındaki haçla Golgotha’ya tırmanışını yüzünü göstermeden anlatan o sahnelerdir. Oysa 2016 model Ben-Hur’un Ramazan televizyonlarında yayımlanan hamasi ve didaktik İslami filmleri fazlasıyla andıran çok acınası bir dinselliği var. Bilmediği bir alanda at koşturduğundan mıdır yoksa Ortodoks ikonlarındaki İsa sunumlarının etkisinden kurtulamadığı için midir bilemeyeceğim ama, Bekmambetov’un İsa’sı filmin olmadık zamanlarında ortaya çıkıp “Düşmanını sev. Bir yanağına vurduklarında öbür yanağını çevir.” gibi sözler söyleyip sonra ortadan kaybolan aşırı derecede eklektik bir karakter. Senaryo bu açıdan o kadar başarısız ki, filmden İsa’yı tamamen çıkarsanız hikayeye hiçbir olumsuz etkisi olmaz, hatta film birazcık iyi bile olabilir!

2016 uyarlamasının en kötü tarafı ise, koskoca filmin sadece finaldeki atlı araba yarışı için yapılmış gibi görünmesi...

Neden-sonuç ilişkili bir hikaye gelişimiyle değil de, sanki Bekmambetov aslında sadece o bol aksiyonlu sahneyi görselleştirmek istiyormuş ama 15 dakikalık film yapmak mümkün olmayacağı için mecburen ilk 90 dakikayı yapmış gibi duran bir film bu. Ne feci!

Bekmambetov Moskova’dan Los Angeles’a taşınarak kıtalar aştı, şimdi elinde eskiye oranla çok daha fazla olanak var ama sineması ileriye değil sürekli geriye doğru gidiyor.

Belki de bu, kendi hikayesini bir türlü doğru kuramayan bir sinemacının dramıdır...