“Nasıl olsa gidecekler”, “Aman muhafazakârları korkutmayalım”, “Önemli olan ekonomi, iktidar gündem değiştiriyor” düzleminde yürütülen siyaset, ülkedeki karanlığın her geçen gün biraz daha yoğunlaşmasının en önemli sebeplerinden biri. Siyasal İslamcı rejim, muhalefetin bu tutuk ve siyasal meseleleri önemsizleştiren halinden faydalanıp vitesi bir derece daha artırma olanağı buluyor.

Hilafetin kıyısında

Berkant Gültekin

Dini ve siyasi kuvvetin çifte boyunduruğu altında ezilen kavimler, ne aydınlanabildiler ne de refah ve mutlulukları için çalışabildiler. Ve insan, hareketlerini düzenlemede tek yetkili olan zorbaların ve rahiplerin ellerinde, tümüyle bir makineye dönüştü.”*
Sağduyu-Tanrısızlığın İlmihali,
Jean Meslier

Ayasofya’nın ibadete açılması geride bıraktığımız iki haftaya damgasını vurdu. TV’lerde saat başı Ayasofya için canlı bağlantılar gerçekleştirildi; bölgedeki son durum ve yapılan hazırlıklar anbean izleyiciye aktarıldı. Drone kameralarla gerçekleştirilen çekimler ve profesyonelce hazırlanan klipler, film sahnelerini aratmadı. Sanki Türkiye sınırları içinde yer alan bir müze ibadethaneye çevrilmiyor da bir mekiğe dönüştürülüp uzaya fırlatılıyordu.

Ardından gündeme hilafet tartışması egemen oldu. Albayrak Medya Grubu’na ait Gerçek Hayat dergisinin hilafet çağrısı yapan kapağıyla başlayan bu tartışma, pek çok kişinin ilgisini çekti. Muhalefetin sert tepki gösterdiği çağrıyı iktidar da sahiplenmedi. AKP Sözcüsü, bu çağrının ‘ülkenin gündemi olmadığını’ söyleyerek “Türkiye’nin siyasal rejimiyle ilgili siyasal kamplaşma üretmek yanlış. Cumhuriyetimiz tüm nitelikleriyle gözbebeğimiz” dedi.

Ayasofya ve hilafet tartışmasının hemen hemen eş zamanlı başlaması elbette ki tesadüf değil. İki gelişmeyi de siyasal İslamcı rejimin kurumsallaşma aşamasının parçası olarak görmek gerektiği aşikâr. İktidar Ayasofya’yı ibadete açarak, yaslandığı toplumsal taban açısından politik ve kültürel düzlemde önemli zafer elde ettiğini düşünüyor. İster muhalif ister iktidar yanlısı olsun, bunun sağ-muhafazakâr kesimin çoğunluğunda memnuniyet duygusu yaratacağı ve Erdoğan’a belli düzeyde bir takdir getirisi sağlayacağı varsayılıyor. Hegemonya krizi yaşayan tek adam rejiminin devamlılığı açısından bu kitlelerinin motivasyonunu canlı tutmak hayli önemli. Milliyetçi-muhafazakâr duygulara hitap etmenin kendisi için vazgeçilmez olduğunu bilen Erdoğan, siyasi enstrümanlarını da bu hedefe uygun olarak seçiyor. Belirli aralıklarla sağ tabanın zihin dünyasındaki radikal noktalara temas etmek için yapılan gerici çıkışların nedeni de tam olarak bu. İçeride ve dışarda farklı çevrelerle geniş ittifaklar kurduğu süreçte, “Ayasofya ibadete açılsın” talebine ‘oyuna gelmeme’ argümanı üzerinden karşı çıkan Erdoğan’ın, bugün siyasette heyecan yaratabilmesi için ‘oyuna gelmek’ten başka çaresi kalmamış görünüyor.

HİLAFET VE KONFORLU MUHALEFET

Hilafet tartışması bazı muhalefet etme biçimlerini görünür kılması açısından hayli önemliydi. Kendilerini laik ve Atatürkçü olarak tanımlayan kimi kesimler, ki buna ‘büyük partiler’ de dahil, Ayasofya’nın müzeden ibadethaneye dönüştürülmesine itiraz etmezken, konu hilafetten açılınca bir anda ayağa fırladı. Dile getirilenler doğruydu fakat laiklik savunusunun iktidarın da eleştirdiği bir talep üzerinden gerçekleşmesi, ülkedeki laiklik mücadelesinin vizyonu açısından düşündürücüydü. AKP’nin şimdilik ajandasında olmayan hilafet gündemi, bilhassa son dönemde siyasal İslamcı iktidarın ülkeyi gerici karanlığa hapsetmek için yapıp ettiklerine seyirci kalanlara hayli konforlu bir muhalefet alanı yarattı. Genç Cumhuriyet’in modernleşme ve sekülerleşme yolundaki önemli adımlarından olan Ayasofya’nın müze yapılması kararının iptal edilmesine göz kapayıp, iktidarın bile tepki verdiği hilafet çağrısına sert çıkmak, yarım yamalak demokrasinin yarım yamalak laiklik mücadelesi olsa gerek. AKP’nin kalan son kırıntılarını da agresif şekilde yok etmeye çalıştığı laikliğin böyle ehlileştirilmiş bir muhalefet perspektifiyle kazanılamayacağını söylemeye lüzum bile yok.

“Nasıl olsa gidecekler”, “Aman muhafazakârları korkutmayalım”, “Önemli olan ekonomi, iktidar gündem değiştiriyor” düzleminde yürütülen siyaset, ülkedeki karanlığın her geçen gün biraz daha yoğunlaşmasının en önemli sebeplerinden biri. Siyasal İslamcı rejim, muhalefetin bu tutuk ve siyasal meseleleri önemsizleştiren halinden faydalanıp vitesi bir derece daha artırma olanağı buluyor. Elbette yapılanlar bir yönüyle gündem değiştirme amacını da taşıyor. İktidarın güçlü olduğunu düşündüğü alandan ivme yakalamaya çalıştığı bariz şekilde ortada. Ama bu, değişen gündemin önemsiz olduğu anlamına mı geliyor? Bir tilkiden kaçan tavşanın peşine ikinci tilkinin takılması, tavşanın ikinci tehlikeyi daha az önemsemesini mi gerektirir? Tavşan, “Benim gerçek gündemim birinci tilki, ikinci tilki gündem değiştiriyor” mu demelidir, yoksa her iki tehlikeyi de önemseyip ikisiyle de gerektiği şekilde mücadele mi etmelidir? Mesele biraz buna benziyor.

İKTİDARIN TOPYEKÛN SALDIRISI

Siyasal olanla ekonomik olan birbirinden ayrılamaz. Türkiye’de ekonomi ve siyasetin aynı anda yapısal dönüşümler geçirmeye başlamasının sebebi de bu. AB ile iyi ilişkiler geliştirip geniş ittifaklarla ülkeyi yönettiği dönemde, sıklıkla demokrasi ve özgürlüklerle ilintili kavramları kullanarak siyasi mevziler kazanan AKP iktidarının ittifaklarının bozulması ve ekonomideki kötü gidişatla beraber daha baskıcı bir yönetim anlayışı belirlemesi arasında mantıksal bir bağ söz konusu. Siyasal İslamcı rejim, topluma bugüne ve geleceğe dair umut sunamayınca, çareyi kendisi gibi gerici güçlerle ittifak yapıp halkı dinin ve milliyetçiliğin kıskacına hapsetmekte buluyor. Çünkü sadece din ile kandırılan bir toplum açlığa, sömürüye, yoksulluğa, işsizliğe, yönetimsel yanlışlara, gerçek ahlaksızlıklara ve insan onuruna aykırı bir yaşama rıza gösterebilir. Bugün de Ayasofya’nın açılması, Diyanet İşleri Başkanı’nın elinde kılıçla hutbe vermesi ve hatta Bilal Erdoğan’ın alfabeyi hedef alan açıklamalarını aynı bütünün unsurları olarak kabul etmek gerekli. Evet, belki hilafet AKP iktidarının günlük çıkarları için ihtiyaç olarak görülmüyor ve bugünün dünya gerçekliğiyle uyuşmuyor. Fakat modernizmin getirilerine karşı topyekûn bir saldırı stratejisi izleyen siyasal İslamcılar, tek adam rejiminin daha uzun süre ayakta kalabilmesini sağlamak amacıyla Türkiye’nin kendi dinamiklerine özgü, Türk tipi bir şerri düzeni geliştirme konusunda hiç de yavaş davranmıyor. Hayatın yerel, coğrafi ve tarihsel özgünlüklerini görmezden gelerek, şerri sistemin İran ya da Suudi Arabistan’a benzemesi gerekliliğinden yola çıkıp “O kadarını yapamazlar” diyenler ise ne yazık ki kendini kandırıyor.

Bu nedenle doğru soru, “Hilafet gelecek mi?” değil, iktidar hilafeti getirmek ya da benzeri bir adımı atmak isterse laik bir ülkede yaşamak isteyen milyonların buna nasıl karşı koyacağıdır. AKP ülkeye dinin boyunduruğunu geçirmek, insanları ezberlenmiş saçmanın da saçması popülist söylemlere inanan, her denileni kabul eden birer ‘makineye’ dönüştürmek isterken, akla ve bilime inanan ülkenin ilerici damarı bu gidişata nasıl karşı koyacak? Türkiye’nin geleceğini iktidarın ne isteyip istemediği değil, bu sorunun cevabı belirleyecek.

*Dünyayı Değiştiren Düşünürler, II. Cilt, s. 256, Yordam Kitap, 2016