“Kimdi? Ninem miydi dedem mi, birisi, derdi bana : ‘hindi kafa.’” “Ne ki ‘hindinin kafası’?” diye soruyor ufaklık. “Ne olduğunu ben de uzun zaman bilemedim, sözlüklerde aradım bulamadım. Ancak giderek, olanları yorumlayarak, ünlenme ancıklarını da gözlemleyerek vardım bir sonuca: ‘senin kafan çalışmıyor’ ya da ‘aklın kıt’ gibi bir şeydi... “Neden?”

“Sanırım, paradan puldan hiç anlamamam başta; haftalığımı, elimdekini avucumdakini paylaşmam bizim çocuklarla, 15-16 yaşlarımda; sabahtan akşama kitap okumam, yaz aylarında açık pencereden duyulan ve mahallelinin anneme ‘komşu bu senin oğlan neler dinliyor böyle, kafayı mı yedi ne?!’ dedirtecek, alışkın olmadıkları opera, klasik müzik seslerinin yayılması sokağa...” Ufaklığın tadından geçilmiyor, yerim seni; “Hindi kafa ha?” diyor, buldu ya açığımı, sevinçli. “Pek hoşuna gitti bu itiraf, ha ufaklık?” “Yok, şey,” diyor, “yani ne oldu da böyle, hani, onu soracaktım...”

“Evelemeyi gevelemeyi bırak! O sırıtkan suratta beni tefe koyup çalma isteği seziyorum, yanılıyor muyum yoksa?” “Hiç olur mu öyle şey babacık!” “Olur, olur, peki o zaman, al bir itiraf daha sana...” Gün onun günü, burnumun dibine giriyor heyecanla! “Kıskançım...” diyorum. Ancak, eline yeterince güçlü bir kanıt geçirememiş de, onun yarattığı düş kırıklığıyla bu kez pek sevinemiyor sanki. “Nasıl kıskançım bilsen! Komşunun tavuğu komşuya kaz görünsün, yok gözüm onda...

Ötelere, yürü batıya. Hep yanarım kendime neden doğamadım Avrupa’da...” “Nesi var canım ülkemizin?” diye giriyor araya. “Bitireyim, kesme... Ben coğrafyadan, siyasetten çakmam pek; eh biraz kültür sanat, dediklerim onlar için...

Fransa’da doğsaydım Proust’u kendi dilinden okumaz mıydım! İngilizcesinden Shakespeare’i, Joyce’u? Don Kişot’u İspanyolcasından, Faust’u Almancasından, İtalyancasından dinlemez miydim operaları? İzlemez miydim Angeleopulos filmlerini altyazısız Yunancasından? Sabah öğle akşam yemez miydim domuz sosislerini...” “Sanat manat derken yemeğe geçtin?” “Geçemez miyim? Yoksulun yetimin hakkını yemiyorum… Yağma Hasan’ın böreğinden söz etmiyorum.” “Ah babacık, seçimler senin içine oturmuş. Oysa demedin mi ‘mutlanalım, baraj aşıldı?’” “Mutlandım 10 saniye… Şimdi düşünüyorum saatlerce… Sen oralarda doğmak istemesen de şu dili sökebilseydin İngilizcesinden okurdun Guardian’daki yazıyı belki: “Cumhurbaşkanı olarak tarafsız olmasının beklendiğini ancak onun ülkenin dört bir yanında AKP lehine mitingler düzenlediğini belirtti; Erdoğan muhaliflerine, kadın aktivistlere, medyaya, gayrimüslimlere, azınlıklara hakaretler savurdu, onları tehdit edip suçladı’ dedi. HDP’yi ‘ateistlerin ve eşcinsellerin partisi’ olarak nitelendirmesinden; HDP’nin mitinglerine, adaylarına, bürolarına düzenlenen 70’ten fazla saldırıyı özellikle kınamamasından; muhalif medya ile ağız dalaşına girmesinden; kendisini eleştirenleri Türk karşıtı bir komplonun parçası olmakla suçlamasından bahsetti…” “Gazete güzel yazmış babacık, neye bozuluyorsun?” “Bırak şimdi, böylesi bir tansık(mucize) nerde görülmüş?! AKP, sen 13 yıldır yapmadığını yanında bırakma, yasalarmış anayasaymış, olmuş babayasa, yine de %41 gibi oy al ve seçimden Türkiye’nin birinci partisi olarak çık?! Yahu bu nasıl halk, nasıl seçmen? Onca kötülüklere karşın gidip yine o partiye oy veren çoğunluk, bunlar nasıl insanlar?!… Bunu kavrayamıyorum, evet, bir itiraf daha… Öyle bakma, ‘hindi kafa seni’ diye geçiriyorsun içinden ha?” “Yok yok vallahi değil…” “Tamam, kıt mıt idare ederken tamamen çıktı gitti başımdan bugünlerde. Hey, ufaklık, koş git bul getir kıt aklımı geri…”