Bugünün genç ku­şaklarına Ham­dullah Suphi Tanrıöver adı ne­yi ifade etmekte­dir? Mustafa Baydar’ın 1968 yılında yayınladığı “Hamdullah Suphi Tanrı­över ve Anıları” kitabı şimdi hangi sahafın tozlu raflarında kapağını aça­cak bir elin sıcaklığını beklemektedir?
 
Hamdullah Suphi, Türk edebiyatında “hi­tabet”, yani güzel konuşma sanatı denince ilk akla gelenlerdendir.
 
Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyetin ilk yıllarında Meclis’te yaptığı coşkulu konuşmaları nedeniyle “milli hatip” ve “cumhuriyet hatibi” olarak tanınan bir siyaset adamı ve yazardı.
 
Önce Fecr-i Âti Hareketi, daha sonra Milli Edebiyat toplulukları içinde yer aldı.
 
Zamanla siyasi kimliği, şair ve yazar kimliğinin önüne geçti.
 
Edebiyat tarihi kitapla­rında “eski”den “hitabet” diye bir bölüm vardı ve örnekler de çoğunlukla Hamdullah Suphi’den ve­rilirdi.
 
Hatta onun 1928-31 yıllarında iki cilt ola­rak yayınlanan ve “hitabe”lerini bir araya getirdiği “Dağyolu” başlıklı ki­tabı bu türün edebiyatımızdaki baş yapıtlarından biri sayılmaktadır.
 
Ama zaman değişti, za­manla anlayışlar da, ko­nuşmalar da...
 
İngiliz gazeteci Brian MacArthur “Hitabet nedir?” sorusuna şöyle yanıt vermekte:
 
“Hitabet sanatların fahişesidir, sö­zünü onaylarcasına tek­rarlayan İngiltere Başba­kanı Stanley Baldwin, ha­kikati dile getirmek için sanata gerek olmadığını belirtiyordu. ‘Bunun üze­rine kafa yoran insana Tanrı yardımcı olsun’ de­mişti. Retorik yeteneği, tarih boyunca icat edilmiş bü­tün silahlardan ve patlayı­cılardan daha fazla kan dökülmesine sebep ol­muştu.”
 
Lloyd George, 1929’da yaptığı bir konuşmada şöyle diyor:
 
“İşitsel yayıncılık, ko­nuşma yapmaya (hitabet sanatına), yeni bir hayat ve yön kazandıracaktır. Zamanı gelince hitabet üslubu, yerini makinenin kaçınılmaz olarak getir­dikleriyle değiştirecektir; ancak gerçek hatip sana­tını duruma uyarlayacak ve sözlü ifade her zaman­kinden daha güçlü ola­caktır.”
 
Melih Cevdet Anday da bir konuşmamızda şöyle demişti:
 
“Dil bir büyücülüktür. ‘Anlaşılmak’ için değil ‘kandırmak’ için kullanılır. Ne şiirden düzyazı çıkar, ne düzyazıdan şiir. İlkel toplum insanı, yazıyı bilmediği için düzyazı ile düşünmüyordu, onun düşün yapısı büyüseldi, demek şiirdi. Düzyazı, vahşilikten uygarlığa geçildiğinde ortaya çıktı ve sözün büyüsünü yok etti.”
 
Günümüzün post-modern dünyasında sözün büyüsü artık “hitabet” sanatında varlığını buluyor.
 
Söz, “cam”a yansıyor ve oradan kitlelere ulaşıyor.
 
En büyük aracı da bugün televizyon, bir başka deyişle işitsel medya…
 
Kim en çok bağırırsa, karşısındakinin sesini baskı altına alırsa kazanç hanesi puan kazanıyor.
 
Peki, bu hengâmede şairin sesi nerede?
 
Şairler elbette sözün büyüsünü aramakta ve sessizliğe mahkûm görünmekteler hâlâ…
 
Bu yüzden de gereksiz konuşmalardan uzak durmaktalar.
 
Şiirin ve şairin televizyonda yer bulamamasının bir nedeni de bu değil midir?
 
Ne demişti William Faulkner Nobel Ödülü’nü aldığı 10 Aralık 1950’de yaptığı konuş­mada:
 
“Şairin sesi, sadece insanın su­reti olarak kalamaz, onun dayanmasına ve hüküm sürmesine yar­dımcı dayanaklardan, desteklerden biri de olabilir.”