Hitler, iktidarı ele geçirmesinden çok önce Alman üniversitelerindeki profesörlere diş biliyordu. Siyasete girdiği 1921 yılından Şansölye olduğu 1933 ve kendisini halkın oyuyla Führer ilan ettirdiği 1934 yılına kadar da Alman üniversitelerindeki profesörlerin ‘halkın ihtiyacı olan bilimi’ üretmediklerinden, ‘halktan kopuk kendi seçkinci dünyalarında yaşadıklarından’ yakınıp durdu.

Führer olduktan sonra yönetim anlayışının temeline gücün merkezileşmesi ve mutlak yetki kavramlarını koydu. Üniversiteler bu güce yani ona tabi olmalıydılar. Üniversitelerin vereceği eğitimin, üreteceği bilimin ne olması gerektiğine dair çok açık bir düşüncesi vardı. Üniversiteler halkın ihtiyacı olan bilimi üretmeliydiler. Halkın neye ihtiyaç duyduğunu da ancak Parti belirleyebilirdi. Parti de mutlak yetki ve merkezileşmiş güç kuralına uygun olarak Hitler’in görüşlerine uymalıydı. Bu yüzden Hitler, üniversitenin üretmesi gereken bilimi belirleme hakkına ve yetkisine sahipti.

Partinin (Führer’in) ihtiyaçlarını belirleyeceği halk sadece ‘Alman’lardan oluştuğundan, çünkü halk (volk) Alman olmalıydı, üniversiteler Alman ulusunun ihtiyaç duyduğu bilimi üretmeliydiler. Böylece üniversitenin vereceği eğitim Alman Fiziği, Alman Matematiği, Alman Sosyolojisi gibi olmalıydı. Hal böyle olunca üniversitelerde Alman olmayan profesörlere yer yoktu.

Nitekim 1933 yılından itibaren Alman olmayan ve Alman olsa da partinin belirlediği halkın ihtiyaçlarının bilimini üretmeyen profesörler üniversitelerden kovuldular. Tarihsel belgelere göre Alman üniversitelerindeki fizik profesörlerinin yüzde 25’i ve diğer doğa bilimi bölümlerindekilerin de yüzde 15’i üniversitelerden atıldılar. Savaş başladığında hâlâ Almanya’da olan Yahudi profesörlerin büyük bölümünün hayatları toplama kamplarında son buldu.

Alman üniversitelerindeki Alman idealine uymayan profesörlerin atılması sürecinin başlarında Hitler’in uygulamayı protesto etmeye yeltenen birkaç profesöre verdiği yanıt tarihsel bir önem taşıyor. Hitler, “Bu insanların atılmasının Almanya’da bilimi yok edeceğini söylüyorsunuz, olsun biz de önümüzdeki yıllarda bilimsiz devam ederiz” diyor.

Üniversitelerin Almanlaştırılması sürecinde, Parti’nin belirlediği halkın ihtiyaçlarını giderecek bilimi üretmeye layık olmayan, üretemeyecek olan ya da üretmeye karşı çıkanların atılması sürecinde diğer profesörlerin tutumu tarihsel önem taşıyor. Birkaç cılız itiraz dışında (onlar da hemen atılıyorlar) kalanlar iki büyük grupta toplanıyorlar.

Diğerine göre daha az olan ilk gruptakiler Hitler’in Alman bilimine yürekten inananlar. Bu grupta çok sayıda psikiyatr da var. Bu psikiyatrlar Alman ırkının saflaştırılması için zekâ özürlülerin ve Şizofreni hastalığı olanların önce kısırlaştırılmalarını, savaştan hemen önce de gaz odalarında öldürülmelerini sağlıyorlar. Nazi gaz odalarında Yahudilerden önce akıl hastaları öldürülüyor.

Ama Alman üniversitelerindeki asıl çoğunluk gerçekte Nazi ideolojisine inanmasa da kendi konforu ve güvenliği için Hitler’in üniversite reformuna karşı çıkmayarak, susarak onay verenler. Kendi halinde bir tıp profesörü örneğin. Fakültedeki kürsüsünde dâhiliye hastalarına bakıyor ve öğrencilere de yüksek tansiyon anlatıyor. Ziraat fakültesinde tropikal bitkiler profesörü. Ne olacak diyorlar, sadece Alman hastalara baksam da, Alman öğrencilere ders versem de işimi yapabiliyorum, kürsüm bende, maaşım cebimde, canım güvende. Fakültemin adının Alman Ziraati olmasının önemi yok ki, ben zaten tropikal bitkileri inceliyorum.

Hitler’e yürekten inanan profesörlerin çoğu savaştan sonra yargılanıp, cezalandırıldılar. Bir kısmı kaçabildi. Kaçanlar ömürleri boyunca ölüm korkusuyla gizlendiler, kimi, yıllar sonra Güney Amerika’da küçük bir kasabada yakalanıp öldürüldü. Onlara Nazi profesörleri dendi.

Nazi rejimine inanmasa da susanlar ve görmezden gelenler ise, o dâhiliyeci ile ziraatçı gibi olanlar, işte onlar Hitler’in profesörleri olarak anılıyorlar.