Kendi kahvenizi kendiniz aldığınız Starbaks’ta işiniz bittikten sonra tepsinizi ne yapıyorsunuz? Eğer ezici çoğunluk gibiyseniz, tabii ki, masada bırakıp kalkıyorsunuz. Herhangi bir Starbaks’ta oturup çevreyi izlediğinizde varacağınız bu sonuç ne önem taşıyor? Aynı gözlemi ABD ya da İngiltere’deki kahve yerlerinde yaptığınızda, müşterilerin kalkıp giderlerken yedikleri içtikleri ne ise onu masalarından alıp bulaşık istasyonuna bıraktıklarını göreceksiniz. Nicedir kafamda olan sayısız sorudan birisi, neden biz masamızı toplamadan kalkıp gidiyoruz?


Bir çok ülkede iş yapamayıp batan yabancı kahve zincirleri Türkiye’de epey bir zaman ciddi iş yapabildiler. Starbaks tipi mağazalara rakip çıkan yerel kahve zincirleri de, bu Türkiye’de özel başarı sağlamış zincirlerin yaptığı gibi, Starbaks’ta olmayan bir şey yapıyorlar: kahve siparişinizi alıp ayağınıza getiriyorlar. Siz uğraşmıyorsunuz. Hizmet ediliyor. Hizmet alıyorsunuz. Hepimiz birer bey, paşa ya da hanımefendi olma özlemi içinde olduğumuzdan mıdır, artık onu siz söyleyin, bu ayağınızahizmetverenhızlıkahve yerleri çok iş yapıyor. Kahveli suya dünya parası alıp üstüne üstlük kahve tepsisini bize taşıtma planları yapan yerlere gidersek de, tepsiyi bardağı orada çalışanlara temizletme hakkını kendimize veriyoruz. Rahatına düşkünlük ya da doğuştan asalet, ne derseniz deyin, kahvecide bitmiyor.
Şimdi de mobilya supermarketlerine gidelim; bu mağazaların usulü şu: mobilyaları ya kendiniz alıp parçaları bir araya getirerek, vidalayarak, ekleyerek kendiniz her şeyi yapıyorsunuz. Ya da, ek ücretler ödeyerek montajı şirket elemanlarına yaptırtıyorsunuz.  Tabii ki, biz ikinci gruptayız. Ülkemiz bu konuda tüm ‘Batı’ ülkelerindeki oranın tam tersi ile çoğunluğun işini kendisi yapmak yerine başkasına yaptırttığı yerlerin başına geliyor. Montaj ekipleri hizmete yetişemez vaziyetteler.


Oradan da mahalledeki alkolsüz balıkçıya veya belediyenin tesislerine gidelim, otomobilimizi tabii ki kendimiz park etmeyeceğiz. Vale servisi ne güne durmakta, üstelik biz öyle dünyadan bihaber zenginler gibi valeye 20-30 TL vermeyiz, 5-10 TL ile kurtarırız. Iş az ya da çok para vermekte değil oysa, kendi yapabileceği işi başkasına yaptırtmakta. Statümüzü yükseltiyoruz, hem de neredeyse bedavaya. Bey, paşa, şehzade, prens ne derseniz deyin, hizmet edilme tutkusunun sonu yok. Zenginler gibi yaşamaya hepimizin merakı, pardon, hakkı var, hükmetmeye, getirttirmeye, götürttürmeye…


KENDİ AYAKLARI ÜZERİNDE DURABİLMEK
Bize hizmet sunanlara bağımlı olduğumuzun, bir eşyanın vidasını takamaz, arabamızı kendimiz park edemez hale geldiğimizin farkında mıyız? Bu arada ‘ama, böylece bu hizmeti veren bir çok kişi para kazanıyor’ cümlesi ile başlayan sosyal adaletçi ancak hizmet alanlara bir de ekonomik kurtarıcı kahramanlık yakıştıran söyleme ne diyeceğimi bilemiyorum.


Anne-babalara çocuğunuzda hangi özellikleri önplana çıkartabilmek istersiniz dediğimizde, bağımsızlık, kimseye muhtaç olmama ya da kendi ayakları üzerinde durma gibi değerlerden söz ediyorlar. Bağımsızlığın ya da ayakları üzerinde durmanın birden bire ortaya çıkacağını sandığımızdan olsa gerek, bir yandan bu değerleri savunurken, bir yandan da okul yaşına gelmiş çocuğumuzun ağzına kaşıkla blendırdan geçmiş sebzeli etli karışımı sokuşturuyoruz. ‘Kendisi yemeyecek de ondan’, diye gerekçemizi söylüyoruz. Ödevini yapmadığı için oturup (belki de başka türlü tamamlanamaz cinsten ödevi) biz yapıyoruz. Bağımsızlığı ya da özgürlüğü, çocuğun üzülmemesi, dolayısıyla zora gelmemesi, canının istediğini yapabilmesi olarak tanımlayınca, bu amaca hizmet vermekten başka yol kalmıyor. Hizmet veren/hizmet alan ilişkisi çocuğun memnuniyetini hedefleyen, onu küstürmemek uğruna (‘kim çocuğunu kaybetmek ister ki?’) emrine giren anne-babalık tarzları doğuruyor. Sünnet çocuklarına bir günlük şehzadelik vermeyi anlarım. Ama bu yaklaşımla beylik paşalık döneminin ilelebet süreceğini sanarak büyüyen çocuk kendine başka biçimde teba yaratamazsa, en azından valeler, kahve dükkanlarının çalışanları, kendimiz monte edebilelim diye yapılmış eşyaları monte eden mobilya şirketi elemanları bu işlevi görsün diye kullanılabiliyor.


Birkaç yıl önce depresyonunu tedavi ettiğim bir gencin babası, depresyon bittikten sonra hızlanan büyüme sürecini hizmet üzerinden tanımlamıştı: eskiden yemeğini bitirdikten sonra hiç bir şeye el sürmeden odasına çekilirdi. Önce, tabağını mutfağa götürüp tezgaha bırakmaya, ardından, tezgaha değil de, musluğun altına eviyenin içine koymaya başladı. Bir süre sonra yemeğin bulaşığını sudan geçirip bırakıyordu. En sonunda tabağını bulaşık makinesinin içine yerleştirdi. Bu aşamada ‘tamam bu çocuk büyüdü artık’, diyebildim.


Çocuğa memnun edilmesi gereken müşteri gibi yaklaşarak ona emeğin değerini öğretmek mümkün değil. Rahatını bozmayı, kendi yapabileceği işi başkasına yaptırtmamayı öğretmekten ne zamandır çekinir olduk? Yoksa, gelişim bilimini, psikolojiyi sadece çocuğu üzmeme (kendimizi de yormama) teknikleri olarak mı görüyoruz? Her sıkıntının ‘negatif’ ve ‘travmatik’ olduğunu varsayan, hayatta en yüce değer mutluluktur diyen bir kuşak olmanın doğal sonucu mu bu? Pazar gününüzü bu konuyu tartışarak geçirmenizi istemesem de konuyu açtım bir kere.
Çocuğunuz daha iyi okusun diye…


Okumayı sökmesi ya da adını yazması yıllar alan, soluk önlüklü, sümüğünü silecek mendili bile olmayan yoksul göçmen çocukların orta-üst sınıf mensubu çocuklarla aynı sınıflarda oldukları zamanlardan günümüze çok şey değişti. Bu arada, ilkokuldaki sınıfımızın arka sıralarındaki çocukların yaşları büyüdükçe kentin arka sokaklarına geçtiğine kendi hayatımda tanık oldum. OECD ülkeleri arasında Meksika’dan sonra gelir adaletsizliğinin eğitim performansını en çok etkilediği yer olduğumuzu duymak hiç şaşırtmadı. Üstelik bu eşitsizliğin başka ülkelerde tıpkısıyla bulunduğunu gördüm. ABD’de çalıştığım yıllarda evlerinde sıcak yemek pişmediği için okulların tatil olduğu aylarda aç kalan ya da ‘junk’ (çöp) yemekler yiyen çocukları fark ettim. İstanbul’da 40-50 kişilik sınıfta 20 kişilik sınıftakinin 2 katı hiperaktifliğin var olduğunu buldum. Zengin okulları olarak tanımlanan, ama çoğunluğunu ortasınıftan annebabaların yemeyipiçmeyip okula yolladıkları çocukların oluşturduğu okullarda her türlü yetersizliğe rağmen daha iyi performans gösteren çocukların bu avantajının sadece okula mı bağlı olduğunu düşündüm.


Birkaç yıl önce yayımlanan ama nedense yeni okuduğum bir araştırma makalesi bu olguların varlık nedenine ışık tuttu.  Raiza ve arkadaşlarının Neuroimage’da yayımlanan çalışması, okuma becerisine zemin teşkil eden (Broca alanı diye bilinen dil bölgesini de içeren) sol inferior frontal bölgenin gelişmişliği ile sosyoekonomik durum arasında sağlam bir bağlantı ortaya koymuştu. Bu bölge ne kadar gelişkinse, okuma perfomansı o kadar iyi ve çocuğun sosyoekonomik düzeyi o kadar yüksekti. Hackman ve arkadaşlarının 2010’daki bir başka çalışması da özellikle bellek işlevlerine zemin oluşturan hipokampus’un boyutunun sosyoekonomik düzey ölçüsünde büyüdüğünü gösteriyordu. ‘Ne kadar büyük o kadar iyi’ ilkesi her zaman geçerli olmasa da, bellek işlevlerinin bozulduğu travmatik durumlarda hipokampusun daha küçüldüğünü biliyoruz. Bu durumda okuması daha iyi, aklında tutabilirliği daha gelişkin çocukların bu becerilerine altyapı sağlayan beyin bölgelerinin ailenin sosyoekonomik düzeyi ölçüsünde ‘iyi’ olduğunu söyleyebiliriz.


Zengin olma ümidi ya da amacı olmayanlar için ‘ekonomik’ olanın dışında ‘sosyo’  kısmını biraz daha irdelemeliyim; özellikle, anne-babanın çocuklarla homurdanma ve bağrışmanın ötesine geçen sözlü iletişiminin ve evdeki dil/ifade zenginliğinin beyindeki dil/okuma bölgelerine etkisi olacaktır. Belki sosyoekonomik zenginliği sadece para bolluğu olarak değil çocuğa sunulan olanakların, bebekken okunan kitaplar, anlatılan masallarla başlayan sözlü iletişimin ve evde kullanılan dilin zenginliği olarak tanımlayıp, iletişim ve ilişki kalitesini temsil eden gönlü zengin ile dili zengin olmayı da (cebi dolu olmak kadar etkili olabilecek etkenler olarak) ekleyebiliriz. Günümüzün zaman yoksulu ortasınıf ailelerinin, ekonomik olarak ‘yırtma’ çabalarının sosyal olarak geride kalmalarına sebep olmamasını diliyorum.