MURAT TIRPAN İki binlerin başında edebiyat mezunu yeni yetme bir öğrenci olarak Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde benim için yabancı bir bölümün, Sinema TV bölümünün koridorlarında dolaşarak rastgele bir kapıyı çalmıştım. Henüz okulun kapılarının turnikelerle örülü olmadığı, iletişim fakültesinin şimdilerde ancak eski devlet binalarında hissedebileceğiniz tuhaf bir nostalji koktuğu, film çekerken MiniDV kasetleri kullandığımız zamanlardı. Stanley […]

Hocalar ve öğrenciler

MURAT TIRPAN

İki binlerin başında edebiyat mezunu yeni yetme bir öğrenci olarak Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde benim için yabancı bir bölümün, Sinema TV bölümünün koridorlarında dolaşarak rastgele bir kapıyı çalmıştım. Henüz okulun kapılarının turnikelerle örülü olmadığı, iletişim fakültesinin şimdilerde ancak eski devlet binalarında hissedebileceğiniz tuhaf bir nostalji koktuğu, film çekerken MiniDV kasetleri kullandığımız zamanlardı.

Stanley Kubrick’i öğrenmiş, hayran kalmış, Demirkubuz’a meyletmiş, Godard’ınsa adını henüz duymamıştım. Odanın kapısında Zafer Özden yazıyordu, çekingence içeri girmiş masasının arkasında gözlerimin içine içine bakan adama Alim Şerif Onaran’ın ders notlarını aradığımı söylemiştim. Hoca beni oturttu, beklemediğim bir şekilde uzun uzun konuştu, asıl derdimi sordu. O kapıdan girerken bu kıt bilgimle acaba yüksek lisansta sinema TV bölümüne geçiş yapabilir miyim diye korkudan titreyen ben, dışarı çıkarken ileride bu alanda bir akademisyen olacağıma neredeyse emindim.

İyi hocalar öğrencilerine ellerini uzatır, onları çok zor görünen, başta çok korkutucu gelen coğrafyalarda dolaşabilmeleri için kendilerine çekerler. O eli tutup tutmamak size kalmıştır. Henüz iyi tanımadığınız disiplinlerin geniş ovalarında, sarp tepelerinde dolaşırken yolunuzu kaybettiğinizde güveneceğiniz yegâne dostunuzdur onlar. Hani senaryo kitaplarında kahramana yolculuğunda eşlik eden, o yolculuğa çıkması için cesaret veren bilge rehber arketipi vardır ya, tam da budur işte hocanın tanımı.

Siz Oidipus’sunuzdur hocanız Teiresieas, siz Frodo’sunuzdur o büyüleyici Gandalf, siz Neo’sunuzdur hocanız ise elbette heybetli Morpheus. İyi hocalar sizi maceraya çağırırlar, size yol verirler, akıl verirler ama yolculuğunuzda serbest de bırakırlar. Hatalar yapmanıza izin verirler, ki ancak böyle öğrenirsiniz haritaları okumayı. Rehberiniz yoksa yolda kaybolmak kolaydır, tam da bu yüzden iyi hocaların tedrisatından geçmeyenlerin mesleklerinde çok başarılı olamayacağını düşünürüm. Üniversitelerde çok belirgindir bu, iyi hocalar ve ekoller sizi biçimlendirirler. Eğer yolunuz yanlış bir yere düştüyse, ya da size el uzatacak bir rehber bulamadıysanız işte o zaman işiniz zor, tek çare kitaplara sarılırsınız. Öyle ya hocanın ille de yanınızda olması gerekmez, bazen o farkında değildir, sizi tanımıyordur bile ama siz onun talebesi oluverirsiniz. Onun peşinden gitmeyi ‘talep edersiniz’ çünkü. Keşke ders alabilseydim, sınıfında en arkada otursam yeterdi dediğim, ama tanışmayıp kitaplarıyla büyüdüğüm birçok hocam olmuştur. Nihayetinde siz yola çıkmaya niyetliyseniz rehberinizi elbet bulursunuz.

Zafer Hoca’yı tahtaya tebeşirle -o zamanlar hala tebeşir kullanıyorduk- büyük harflerle Lacan’ın ‘bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır’ sözünü yazarken hatırlıyorum. Tıpkı Michelle Pfeiffer’ın Dangeorus Minds’da öğrencilerine Bob Dylan’ın Mr. Tambourine Man şiirini ısrarla okuması gibi bir şey bu. Ya da ben edebiyat fakültesindeyken Tunca Kortantamer hocamızın tüm bir yıl boyunca tek bir şiiri, Şeyh Galib’in ‘Efendimsin’ redifli gazelini bize okutmasını o zamanlar hiç anlayamamamız gibi. Neden bir yıl boyunca tek bir şiir öğreniyoruz derdik! Bazen öğrencinin dikkatini çekmek için, hadi daha kaba bir tabir kullanalım öğrenciyi ‘kazanmak’ için tek bir satır yetebilir. Hocalar bunu bilir, sizi fazlasıyla merak ettirir ama sonra yolu size buldururlar. Bir şey öğrenir büyülenirsiniz, sonra devam edersiniz; bir şey daha, bir şey daha… Edebiyat okumama bir tahtada tesadüfen okuduğum iki satır neden olmuştur örneğin, bir Necatigil şiiri hayatımı değiştirmiştir: “Siz geniş zamanlar umuyordunuz/ Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek” Bütün ömrüm bilinçdışının nasıl dil gibi yapılandığını öğrenmekle geçecek belki de, Mr. Tamburine Man’in ya da Efendimsin gazelinin ne demek istediğini anlamaya çalışmakla.

Bir de görünüşte çok basit bir soru cümlesiyle hatırlıyorum Zafer Hoca’yı: Neden? Haneke’nin Piyanist’ini ya da ne bileyim Shayamalan’ın Unbreakable’ını izledikten sonra, ya da oturup Freud’un ölüm dürtüsünü tartışırken ne düşündüğümüzü sorardı hoca, söylerdik. Sonra dönüp neden, derdi. Çünkü şöyle, peki neden öyle! Nedenlerden bıktığımı, hocanın bize bir şeyler açıklaması gerektiğini düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Şimdi öğrencilerime bir yorum yaptıklarında neden diye sorarken hocanın Whiplash’in unutulmaz Terence Fletcher’ının yaptığı gibi bizi beklenenin ötesinde zorlamak için böyle yaptığını anlıyorum. Anlayabileceğinizi ve başarabileceğinizi düşünmediğiniz şeyleri gayet güzel yapabileceğinizi bilirler çünkü. Biz ürkek veletlerin aslında birer dahi olabileceğimizi fark etmek ve bizi dönüştürmektir onları hoca yapan. Ne diyordu Robin Williams’ın karakteri Good Will Hunting’de öğrencisine: “Sana bakınca kendine güvenen bir entelektüel görmüyorum. Ürkek bir velet görüyorum. Ama sen bir dâhisin! Bunu kimse inkar edemez. Kimse senin derinliklerini anlayamaz!”

Sevgili hocam, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi, Sinema TV Profesörü, yazar, karikatürist Zafer Özden’i kaybettik, her ölüm gibi bu da erken bir ölüm. Önce Ertan Yılmaz hocamız, şimdi de o… Kahramanlar sonsuz yolculuklarını tamamlarlar, devam filmlerinde başkalarına rehber olurlar, ebedi bir döngüdür bu, ama filmlerin en ikonik sahneleri ilk yarım saatte hocaların çekirgelerini eğittikleri sahneler değil midir? Ve filmlerin en hüzünlü anları da öğrencinin arkasını dönüp rehberinin artık orda durmadığını gördüğü zamanlar? Sevgili Zafer Hocayı buradan selamlıyorum, masanın üzerine çıkıp, her hocanın izlerken gözlerinin dolduğuna emin olduğum o sahnedeki meşhur şiiri okuyarak; “O captain my captain!”