Google Play Store
App Store

Korkut Hoca’yı dinlerken içiniz ısınır, yüzünde parlayan bir aydınlıkla anlatır, umutlarınız yeşerir. Akademik hayatının yanı sıra ülke sorunlarına sahip çıkmakta hiçbir vakit geride durmaz.

Hocaların Hocası Korkut Boratav

hocalarin-hocasi-korkut-boratav-977269-1.Lâtife Metli Türkyılmaz

Bilge bir insan, dünyayı kavrayışı, aydınlık duruşuyla efsanevi bir kişi.

Düşünen, yorumlayan, duyarlılıkla ülke sorunlarına eğilen, fikirlerindeki derinlik ve zenginlikle çözümlerini ortaya koyan bir filozof. Daima ne söyleyeceği merak ediliyor. Hangi konu açılırsa, ona sormak istiyor insan.

Hocayı evinde ziyaret ediyoruz. Dışarıda güneşli pırıl pırıl bir Ankara sabahı, pencereden gelen gün ışığı çalışma masasına yansıyor. O konuştukça konular berraklaşıp arınıyor.

Yardımcısı Lubiya Hanım, bize kahve, kek ve ıhlamur ikram ediyor.

ÖĞRETMEN BİR ANNE VE BABA

Konya doğumlu ama çocukluk ve ilkokul dönemi Ankara’nın Hamamönü semtinde, üç katlı yeşil apartmanda geçmiş.

Onun ve babasının yaşamlarında adeta tarihin benzer dokunuşları ile bir dejavu yaşanır. Anlaşılan, solculuğun kuralında ince iğnenin deliğinden geçmek değişmez bir sınavdır.

Babası Pertev Naili Boratav, halk bilimleri ve folklor araştırmacısı. Siyasi baskılar sonucu üniversiteden uzaklaştırılır. Konya’ya sürgün edilir. Dinleyince insanın bu işte bir sihir var, iyi ki olmuş diyesi geliyor;

-“Babam Konya Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandıktan sonra, orada öğretmenlik yapan annemle tanışırlar. Ve o tanışıklık evliliğe ve benim doğumuma da vesile olur” diye anlatıyor.

Baba Boratav, çok ünlü bir folklor araştırmacısı ve dil uzmanıdır. Hititoloji incelemek için burslu gittiği Almanya’dan bursu kesilerek geri gelir. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde sevilen bir hocadır, lakin solcu öğretim üyelerinin tasfiyesi döneminde okuldan uzaklaştırılır.

Zamanını sorarsanız o yıllar ülkenin anlı şanlı “demokrasiye geçtiği” yıllardır.

ÇOCUKLUK YILLARI

“Benim kuşağın çocukluk hayatı sokakta geçerdi” diyor. Savaş yıllarıdır. Sokaklarda bilyeler oynanır, mahalle aralarında futbol maçları yapılır. Mahalle arkadaşlarını hâlâ hatırlıyor. “Kızlar seksek oynar, ip atlar, erkek çocuklarda da en kaba oyun uzuneşektir” diyor.

Ankara’nın mütevazi bir semtindedir evleri. Kömür sobasıyla ısınılır, her şey eski usul ama, evde babasının, halk bilimi üzerine çalıştığı, içinde folklor ve halk edebiyatı dosyalarıyla dolu bir çalışma odası vardır. İki kardeşin koşuşturup oynamadığı tek yer de orasıdır.

İçine kapanık bir çocukmuş, anne, baba da öğretmen olunca, okuma alışkanlığı çok erken başlamış. Klasikler, Goethe’nin Faust’undan etkilenme… Çocukluğunun izlerinde anne, babasının yaşadıkları ve onlardan duydukları vardır. Behice Boran ve Niyazi Berkes aile dostlarıdır, onlar da babası gibi üniversiteden uzaklaştırılır. Üçü birlikte “Yurt ve Dünya” dergisini çıkarırlar, dergi demokrasi tarihinin parlak belgelerindendir.

Bir gün babasının yakın arkadaşı Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü haberi gelir, tüm aile ve tabii o da yaşanılan kedere tanık olur, henüz ortaokuldadır.

SADECE BİR MASAL

Ortaokulu çok iyi isim yapmış bir kolejde okumuşken, lisede artık ailenin maddi olanakları bunun devamına elvermez. Biraz hayal kırıklığıyla başladığı lisede, kalabalık sınıflara rağmen arkadaşlarında çok zengin bir çeşitlilik olduğunu görür. Çok iyi öğretmenlerden kaliteli bir eğitim aldıklarını da fark edecektir. Özgürce davranamazlar, 5-6 kişilik arkadaş grubu, birbiriyle gizli gizli el yazısı Nâzım şiirleri paylaşır. Acaba gruba filancayı da alabilir miyiz, muhbirlik yapar mı kaygıları yaşanır. Nâzım şiirleri okuyan bir arkadaşı tutuklanmış ve Ahmed Arif’le aynı koğuşta kalmıştır. Ortam nedeniyle, hiçbir siyasi eylem olmadığı halde insanlar adeta bir hücre anlayışıyla bir araya gelir. O faşizan baskılar gençliği önlem almaya zorlar, ellili yıllardır, “demokrasinin altın çağı”nın yaşandığı lafı ise sadece bir masaldır.

KORKUT HOCA KONUŞURKEN UMUTLARINIZ YEŞERİR

Korkut Hoca’yı dinlerken içiniz ısınır, yüzünde parlayan bir aydınlıkla anlatır, umutlarınız yeşerir. Akademiyi soruyorum. Aslında hukuk fakültesi mezunu, diyor ki;

- İktisada duyduğum ilgi, beni mezuniyetten sonra iktisat eğitimi kürsüsünün daha gelişmiş olduğu siyasal bilgiler fakültesine yönlendirdi.

Meslek hayatının uzun bir bölümünü Mülkiye olarak anılan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde asistan, doçent, profesör kadrolarında görev yaparak tamamlayacaktır.

Burada ses tonu muzipleşiyor:

- Şimdi ikinci üçüncü soruya geliyorsun sen diyor, birdenbire gülüşüyoruz, yani sıra o klasik soruda.

SOLLA TANIŞMA VE SOL GEÇMİŞ

Burada ses tonu muzipleşiyor:

- Şimdi ikinci üçüncü soruya geliyorsun sen diyor, birdenbire gülüşüyoruz, evet sıra o klasik soruda.

“Benim solculuğum aileden” diyor ve devam ediyor.

- “Babamın solculuk kimliği ile benim sol kimliğimin bilançosu. Şöyle söyleyeyim aile ortamım solcu bir ortam. Babam Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitimini tamamlamış bir kaymakam çocuğu. İstanbul’da Fransızca eğitim veren liseden mezun. Üniversitede yeni Cumhuriyetçi gençlerle aynı mecrada birleşiyor. Sanıyorum yakın arkadaşı Sabahattin Ali’nin etkisiyle sol ve sosyalist akımlara yakınlık duyar. O dönemin tipik ideolojik ayrımı, SSCB’ye veya Almanya’ya duyulan yakınlıklarda ortaya çıkar. Cumhuriyetçiliğin adeta dış dünyaya bakışta ayrışan iki kolu diyelim.

- Milliyetçi eğilimliler faşizme sempati duyuyor.

-Babamın sınıf arkadaşlarından biri Nihal Atsız’dır, diğeri de Sabahattin Ali’dir mesela. Arkadaşlardır aynı çevreden ama yolları ayrılır. Babamın da sola eğilimi varmış ki ilerleyen yıllarda o çevreden insanlarla bütünleşti. Ben de tabii etkileri altında kaldım, birincisi bu.

-İkincisi iki amcam, İstanbul Tıp Fakültesi’nde öğrenciyken, Mihri Belli bağlantısı ile İlerici Gençlik Derneği üyesi olmaktan yargılanıp hüküm giydiler. Bu dernek anlaşılan TKP ile de ilişkiliydi. Onların hayatı da benim siyasi formasyonumun bir parçası oldu.

Babamın meslek hayatı, sola eğilimli olmasından dolayı üç kere kesintiye uğradı. İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde asistanlığına son veriliyor, Türk Tarih Kurultayı’nda Maarif Vekili ile bir ihtilafı nedeniyle… Oradan doktora tahsili yapmak için Almanya’da burs kazandı. Yakın doğu dilleri üzerine doktora çalışmalarına başladı, lakin Almanya’daki talebe müfettişi faşist eğilimli Reşat Şemsettin Sirer’e “komünist sempatizanı” ve “Nazi karşıtı” diye ihbar edildi ve bursu kesildi. Türkiye’ye döndü. Halk bilimi alanında Köroğlu destanı üzerine daha önce yaptığı bir çalışma sebebiyle biliniyordu. Bunu bilen CHP Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan zamanında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne doçent olarak tayin edilir. Yıllar sonra da meşhur solcu öğretim üyeleri tasfiyesinin mağduru olarak görevden el çektirilir. Fransa’ya gider; bilimsel çalışmalarını orada sürdürür.

Benim de bu ortamda sol düşünceden etkilenmem kaçınılmaz oldu. Sabahattin Ali aile dostumuzdu. Kızı Filiz ile hâlâ karşılaştığımızda görüşür ve kucaklaşırız, çocukluk arkadaşımdır.

-Ailenin genetik olarak solculuğu olunca hazıra kondum bir anlamda” diyor... Ona göre kendi çabasıyla okuyarak araştırarak hayat tecrübesinden solculuğa yönelen insanların kimliği daha değerlidir, kazanılmış bir kimliktir.

ÇOK PARTILI DÖNEME GEÇIŞ

Zor yıllardır. Türkiye’de “Demokrasiye Geçiş” olarak anlatılan çok partili döneme gidilen yıllarda, Demokrat Parti dönemi öncesinde bile, CHP’de etkili kadrolara gelenler tutucu bir yönetim başlatırlar. Hasan Ali Yücel’in görevden alınması, yerine faşist Reşat Şemsettin Sirer’in bakan olması, köy enstitüleri yıkımına geçiş, Recep Peker’in başbakanlığı gibi...

Diğer yanda demokrat ve gerçekten aydınlanmacı olanlar da vardır ama sol düşmanlığı gerçek çoğulcu bir rejime geçişi önlemiştir. Tam burada diyor ki;

-İsmet Paşa iki akım arasında ilkeli bir tavır geliştiremedi, solun tasfiyesine sessiz kaldı.

27 MAYIS

Benim üniversite mesleğine başladığım Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin fikri ve ideolojik birleşimi Hukuk Fakültesi’nden çok farklıydı. Burada geçmişten gelmiş bir demokratik gelenek vardır. 27 Mayıs dönemecini orada yaşadım. Hatta şunu da söyleyeyim. 27 Mayıs’a sürükleyen öğrenci eylemlerinin içerisinde ben de yer aldım. Ankara’daki meşhur 555 Kızılay eylemini dün gibi hatırlarım. O dönemde siyasalda doktora programına başladım. 27 Mayıs arifesinde Menderes hükümetine karşı yapılan gösterilere 4 kişi olarak katılmıştık. Ben, Taner Timur, Mete Tuncay ve Deniz Baykal. Türkiye’nin sol-sağ meselelerini tartışırdık. O dönemde 25 yaş civarındayız. Deniz de Menderes aleyhtarı nümayişlerin aktif mensuplarındandı üstelik benim de sınıf arkadaşımdı. Bu ortam hocaları da etkilemişti. Misal Turhan Feyzioğlu’nun, Menderes rejimine karşı “Nabza göre şerbet vermeyin” sloganı üniversiteden uzaklaştırılmasına yol açmıştı, bir simge olmuştu.

O dönem yayınlanan, kendisi sağ liberal olan Aydın Yalçın’ın Forum dergisi bir fikir ortamı oluşturuyordu.

-Dergide, Aydın Yalçın, Marx eleştirisi yapıyor, Sencer Divitçioğlu ise savunuyor. Bu tartışma benim iktisada yönelmemi, Marksist iktisadı öğrenme ihtiyacımı tetikleyen bir unsur oldu.

AŞK VE EVLİLİK

Görüşmemiz sırasında salonda, onun varlığı ve yokluğu aynı anda hissediliyordu, eşini sorduğumda;

- Çiğdem 52 yıllık karım, sevgilim; üç çocuğumuzun annesi. Kaybedeli on bir yıl oldu; ondan bahsetmeye başlarsam kısa kesemem, diyor.

Anlıyorum ki, yaşanmış bu aşk ve sevgi bugün de sürüyor ve bu yazıya sığmayacak kadar derinde.

12 MART -12 EYLÜL

12 Mart rejimi, SBF’yi Türkiye’de sol akımların odağı olan melun bir bilim merkezi olarak telakki etti. Fakültede tasfiyeler yapıldı. Hocalardan Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, Bahri Savcı, Cahit Talas gözaltına alındılar ve yargılandılar. Sola eğilimli öğrenciler ve asistanlardan da gözaltına alınanlar oldu. Mümtaz Soysal yargılandı. Bu kazaya uğramayanlar da dayanışma gösterdiler. Mümtaz’ın davalarını izledik Mamak’a gidip.

Şimdi 12 Mart ile ilgili şunu söyleyeyim fırtınası çok sert oldu ama çabuk geçti. Ben bunu, yetmişlerin dünyanın sola yöneldiği bir dönem olmasında görüyorum. Bu sert dönemeçte, devrimci gençlerin de kayıplar verdiği bir dönemdir. Üç fidan trajedisi ve Kızıldere Katliamı oradadır.

SİYASAL İSLAM VE DEMOKRASİ

Türkiye faşizmi daha köktenci bir dönüşümü planlayacak ve planını 12 Eylül 1980’de gerçekleştirecektir.

12 Mart dönemi, 1973 seçimleriyle kapanıyordu. CHP ve MSP koalisyonu iktidara gelmişti, o ittifak bir yılı neden tamamlayamadı diye soruyorum:

-Bence o koalisyonun sorunları ve dağılması Türkiye’de “siyasal İslam”la demokratik bir ittifak yapılamayacağını ilk kez ama açıkça ortaya koymuştur, diyor.

-Hatırlarsın, af yasasının Meclis’te oylanması sırasında, MSP’liler 163. Madde hükümlüleri (yani kendilerinin) lehine oy verdi; 141/142 maddelerden hüküm giyen solcuların affını öngören maddelerin görüşülmesine ise katılmadı. Bu yüzden solcular af yasası dışında kaldı. Daha sonra Anayasa Mahkemesi kararıyla af, solcuları da kapsadı.

-İşte bu deneyim, siyasal İslam’la bir demokrasi ittifakının yapılamayacağını erkenden göstermiştir, diyor.

ECEVİT VE ORTANIN SOLU

“Ecevit’in liderliğinde CHP, Türkiye siyasetinin soluna yerleşti. Türkiye bakımından bugün kendisini ‘sosyal demokrat’ olarak tanımlayan CHP’den daha sağlıklı bir konumdur. Nitekim Ecevit CHP’nin sola yönelişini ısrarla ‘demokratik sol’ olarak adlandırdı; sosyal demokrasi değil… Bu farklılaşmayla Kemalist devrimin tarihsel birikimini sola yönlendirerek halk sınıflarına açmayı hedefledi; bir süre başardı. İşte onun meşhur sloganı; ‘toprak işleyenin, su kullananın’; AB’ye, ABD tahakkümüne karşı gösterdiği sağlıklı tepkiler... Bu açılım halk sınıflarında karşılık buldu. Çok partili rejim tarihi boyunca CHP ilk defa 1970’li yıllarda halk sınıflarından en çok oy alan parti oldu; Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin önüne geçti.”

“12 Mart sonrasında Ecevit solculuğuna CHP içinden (örneğin Turhan Feyzioğlu’ndan) ve dışından karşı antikomünizmin suçlamaları yaygınlaşmıştı. Öte yandan Ecevit partisine sosyalist kadroları almak da istemedi. Bu akımları, ‘bizim dışımızdaki sol’ olarak nitelendiriyor; CHP siyasetine egemen olmalarını istemiyordu. Sosyalistler, Ecevit’e göre, ‘CHP dışı sol’dur. Yani geniş bir ‘sol cephe’nin iki kanadı vardır. Bir gazetecinin ısrarlı sorularına rağmen ‘Komünizme karşıyım’ demekten kaçındığını biliyorum. Çünkü demokrat kimliği ağır basan bir solcu olarak biliyordu ki bu soruyu ‘evet’ diye yanıtlasa arkası gelecek; diğer sol’dan kopmaya zorlanacaktı.”

1970’LI YILLARDA SOL

1970’li yıllarda parlamenter ve parlamento dışı sol hareketlerin kaderi birlikte seyrediyordu. Bunun nedeni, devrimci sol hareket ile CHP’lilerin kitle tabanının yakınlığıdır.

Anlatımını açık bir örnekle sürdürür:

-“Nevşehir’de CHP İl Başkanı Av. Zeki Tekiner faşist bir cinayete kurban olduktan sonra cenaze namazına faşistler engel olmuştu. Cenazenin toprağa verilmesi oradaki örgütlü devrimciler sayesinde mümkün olmuştu. Devrimci sosyalist sol ile demokratik sol CHP, birbirini tamamlayan akımlardı. Bu tespit önemlidir. Zira, 12 Eylül darbesi de aslında bu yüzden yapıldı.”

Devrimci akımlarla Ecevit’in hareketi birbirini tamamlıyordu, diyor ve devam ediyor:

-“Ecevit’in CHP’si 1978-79’da ekonomik krizi emekçilere yüklemeden geçiştirecek yöntemler arıyordu. IMF’nin programına o yüzden karşı çıkıyordu. Avrupa’nın sosyal demokratlarının desteğiyle dış kaynak sağlamanın çabası içindeydi. Gecikmiş bir çaba… Bütün dünyanın sola kaydığı 1970’li yıllar son bulmuştu. 1979-80 Avrupa’da sosyal demokrasinin de neoliberalizmin etkisi altına girdiği bir dönemeçtir.”

-“Ecevit’in destek arayışı karşılıksız kaldı. Ama aynı zamanda Türkiye zıt yönde hareket etmekteydi. Bir yandan Kemalizm’den kaynaklanan parlamenter demokratik sol; bir yandan da parlamento-dışı sosyalist hareketler ile Türkiye toplumu bütünüyle sola yaklaşıyordu. Bu önlenmeliydi. 12 Eylül darbesinin tetikleyen sermaye çevrelerinin CHP’ye karşı başlattığı ‘özel mülkiyetin tehdit altında olduğunu’ iddia eden kampanyadır; örneğin TÜSİAD’ın ilanlarıdır.”

BUGÜNKÜ CHP

-“Bugünkü CHP yönetiminin siyasal çizgisi ise liberaldir ve bu konumunu ‘sosyal demokrat’ olarak adlandırarak perdelemektedir. Cumhuriyet’in en önemli tarihsel kazanımlarından laiklik, ‘liberal savrulma’ nedeniyle CHP yönetimi için bir öncelik olmaktan çıkmıştır. Sosyal demokrasi ise Kemalist devrimin kaynaklarına yabancıdır. Marksizm’den kaynaklanmıştır ama giderek Marksizmin devrimci geleneğinden kopmuş; önce antikomünizme yönelmiş, 1980 sonrasında ise neoliberalizme teslim olmuştur. Bugünün Türkiye’sinde de sosyal demokrasi yaftası altında CHP yönetimi, AKP dönemi sonrasında ‘tutucu bir restorasyon’ tasarımı içindedir.”

12 EYLÜL

Emek karşıtı 24 Ocak kararlarının tam olarak uygulanabilmesi için 12 Eylül darbesi geldi. Solun ezilmesi öncelikliydi.

Bu dönemde, bizim fakültede de kapsamlı bir tasfiye yapıldı. Zaten üniversite yasası değişmiş, YÖK kurulmuştu. Şubat 1983’te fakülte dekanı Cevat Geray’a ve iki dekan yardımcısı Rona Aybay’a, Kurthan Fişek’e, çok sayıda meslektaşımıza, bu arada bana da Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın talebi üzerine üniversite Rektörlüğü tarafından gönderilen birer yazı geldi. Üniversiteden uzaklaştırıldığımız tebliğ edildi. Fakülteden kitaplarımızı topladık, ödünç aldığımız kitapları kütüphaneye iade ettik ve savrulduk.

12 Eylül üniversite tasfiyeleri, her şeye rağmen 2016 KHK tasfiyeleri kadar gaddar değildir. 33 yıllık bir farkla yine benim fakültemden örnek vereyim, 2016’da Mülkiye’den uzaklaştırılan öğretim elemanlarının sayısı 35’e yaklaşıyor. Hepsinin pasaportları da iptal edildi. Oysa ben, 12 Eylül döneminde, üniversiteden uzaklaştırılan ancak pasaportundan mahrum edilmeyen insanlardan biri olarak meslek hayatımı Zimbabwe’de sürdürme imkânı mutluluğuna kavuşmuştum.”

AYDINLAR DİLEKÇESİ

1984 Aydınlar Dilekçesi davasından yargılanır, hazırlayanlar aleyhine açılan davada, dilekçeye imza topladığı için sanıktır. Bu arada Zimbabwe’de öğretim üyeliğine başvurmuş ve kabul edilmiştir. Bu arada duruşma günü gelip çatmıştır.

O gün yaşadığı heyecanı şöyle anlatıyor: “Duruşmanın öğle molasında, avukatım Veli Devecioğlu’nun telkini ile bu duruşmada ifademin öncelikle alınması için yargıcın odasına gittim ve Zimbabwe görevinden bahsettim. Yargıç hoşgörü gösterdi ve ifademi o öğleden sonra aldı. Böylece duruşmalardan vareste tutuldum.”

-Pasaportumun da geçerli olması sayesinde Zimbabwe’ye uçabildim. Eşim Çiğdem birkaç ay sonra emekli oldu. En küçüğü on üç yaşındaki üç çocuğumuzu annesine emanet bıraktı; bana katıldı. Kızımız Elvan, küçük oğlumuz Sinan da arada bir Zimbabwe’ye geldiler.

ZİMBABWE DENEYİMİ

- “İngiliz sömürgesi Rodezya’da beyaz yönetime karşı başlatılan gerilla ayaklanması galip gelmiş; ülke Zimbabwe adı ile 1980’de bağımsızlığını kazanmıştı. Yeni devlet Zanu Patriotic Front partisinin yönetiminde. Parti kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlıyor. Kadrolar militan ama devrimci dönüşümü hayata geçirmenin güçlükleri, sonraki yıllarda ağır basacaktı. Ben şanslıydım. Zimbabwe’nin altın çağında oradaydım.”

Türkiye’nin karanlık ortamından geliyordu. 1983’te üniversiteden atılmış; 1984 ’te yargılanırken Zimbabwe’ye gidiyor ve iki buçuk yıl Harare Üniversitesi iktisat bölümünde hocalık yapıyor. Bağımsızlığına yeni kavuşan bir yarı sömürge ülkesinin ilk kadrolarını yetiştiren yüksek eğitim ordusunun bir emekçisi olarak. Ve gururla anlatıyor:

-“ Marksist-Leninizm yeni devletin resmî ideolojisi. Sömürge döneminden kalan az sayıda tutucu beyaz hâlâ üniversitede ama azınlıkta. Antiemperyalist, sol, sosyalist eğilimler ağır basıyor. Zimbabweli Marksist iktisatçılarla sonraki yıllarda da iletişimi sürürdüm. Parlak öğrencilerimden biri gerilladan, silahlı mücadeleden gelmişti. Diğerlerine göre yaşı daha büyüktü. Bir başka öğrencim bugün Ekonomi Bakanı.”

-“Güney Afrika halkı henüz özgürlüklerini kazanmamıştı; Apartheid rejimi devam ediyordu. Oradaki özgürlük mücadelesinin içinde yer alan ANC ve Güney Afrika Komünist Partisi üyelerinden bazıları bizim üniversitede ya hoca ya öğrenci olarak yer alıyordu. Zimbabwe, Güney Afrika halkının mücadelesi ile dayanışma içerisindeydi.”

Adeta o günü yaşayarak anlatıyor:

-“Bu dinamizm ve özgürlük ortamı, bana da doyasıya nefes alma fırsatı verdi. Siyasetçilerde yeni bağımsızlığa kavuşan bir devlet kurmanın coşkusu; öğrencilerde devrimci, radikal bir iyimserlik yaygındı. İkinci hocalık yılımda komşu Mozambik’in Cumhurbaşkanı Samora Machel bir uçak kazasında öldü. Kaza değil, bir suikast olduğu iddia ediliyordu. Zimbabwe Bağımsızlık Mücadelesini desteklemiş, sosyalist bir liderdi. Üniversitede bir dayanışma ve anma toplantısı yapıldı. Üçüncü dünyadan Türkiye’yi temsil etmek üzere benim de bir konuşma yapmam istendi. Tabii kabul ettim ve konuştum.”

Başkent Harare’den bahsediyor, güzel, ferah, alt yapısı düzgün, güvenli bir kent olarak. “Yağmur mevsiminde Harare’de çamur olmazdı. Ankara’da hâlâ çamurdan kurtulmadık” diyor.

Kim bilir, hayal kuruyorum ben de belki de 12 Eylül faşizminin o kapkaranlık atmosferinden uzakta hangi şehir olsa insana güzel ve en önemlisi de güvenli gelebilirdi…

KİGEM ÇALIŞMALARI

Akademik hayatının yanı sıra ülke sorunlarına sahip çıkmakta hiçbir vakit geride durmaz.

KİGEM, Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi 1994 Ocak’ında, Mümtaz Soysal ve Korkut Boratav'ın fikri önderliğinde, Türk Harb-İş ve Petrol-İş sendikalarının desteğinde yola çıktı.

Kamu işletmeciliğinin sorunlarını incelemek, sorunlara emekten ve toplumdan yana bilimsel çözüm önerileri geliştirmek ve bu doğrultuda bilim insanlarının, sendikaların ve meslek odalarının işbirliğini sağlamak amacıyla kurulmuştur.

Korkut Hoca ve arkadaşları, KİGEM ‘de yaptıkları bir dizi çalışmayla:

- Dünya Bankasının KİT’lerin özelleştirmesini öneren Türkiye KİT Raporunu eleştirir, kendi ifadesiyle:

-Dünya Bankası’nın özelleştirme sürecini başlatan raporunu paçavraya çevirdik ama bir yanıt gelmedi.

-Özelleştirmenin esas nedenin devletin sırtından palazlanan Türkiye burjuvazisine yeni rant ve vurgun fırsatları yaratmak olduğunu ve bunun tamamen halkın aleyhine olduğunu ortaya koyarlar.

Korkut Hoca, kapitalizmin neoliberal saldırısına karşı ülke ve halkın çıkarlarını savunma mücadelesini bugün de yazıları, konuşmaları ve kitaplarıyla sürdürüyor.

SINIF SİYASETİ, KİMLİK SİYASETİ

Bu soru bugünlerde sol akımların karşılaştığı kritik bir ikilemi yansıtıyor. Marx’ın ünlü “Hep dünyayı yorumlamakla yetindiniz; asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir” çağrısı “filozoflar”a hitap etmektedir. Bu “filozoflar” ise Marx’ın da dahil olduğu Aydınlanma döneminin düşünürleridir. Marx, Orta Çağ devletinin ve dinin tahakkümüne karşı çıkan aydınlanma düşüncesini, paranın (sermayenin) tahakkümüne de baş kaldıran bir katkıyla zenginleştiriyordu. Sosyalizm de hem aydınlanma birikimini sahiplenmiş hem de paranın (sermayenin) tahakkümünün muhatabı olan sınıfların mücadelesini de üstlenmiştir.

Reel sosyalizmin büyük ölçüde tarihe karıştığı bugünün dünyasında, sömürülen, ezilen sınıfların mağduriyetini sahiplenir gibi görünen neofaşizm yükselebilmekte ve bunu ırkçılık, erillik gibi gerici ideolojilerle besleyerek; ayrıca dinî yobazlığın ve devletin tahakkümlerini yücelterek yapabilmektedir. Böylece aydınlanma karşıtı değerler kullanılarak sınıf mücadelesini tarihsel hedeflerinden saptırmaktadır.

Bu sorun sosyalist solun karşısına, “sınıf savaşları mı; kültür savaşları mı?” veya “sınıf siyaseti mi; kimlik siyaseti mi?” ikilemleri içinde çıkıyor. Bugünlerde Batı’da, bazen de Türkiye’de karşılaştığımız göçmenler konusunda olduğu gibi…

Göçmenlerin yarattığı bir sorun ev sahibi emekçilerin işgücü piyasasına rekabet unsuru olarak girmeleridir. Faşist akımlar da göçmen karşıtlığını ırkçı, şoven milliyetçi söylemlerle bir siyasal propaganda aracı olarak kullanıyorlar. Emperyalizm 21’nci yüzyılda Ortadoğu’da kan dökerken Avrupa’ya göçmen akımını da hızlandırdı. Arap dünyasından gelen göçmenlerin kültürel yapılarında yer alan Müslüman kimlikleri, göçün yöneldiği ülkelerde uyumsuzluklara, gerilimlere yol açtı. Avrupa’da siyasal İslam’ın denetlediği cami/cemaat dernekleri de göçmenlerde köktenci yobazlığı besliyor; şiddet eylemlerini tetikleyebiliyor. “Ev sahibi” ülke halkında da faşist akımların ırkçı söylemleri etkili oluyor.

Tipik bir örnek Fransa’dır. Başkan Macron, Fransız toplumunun (ve işçi sınıfının) benimsediği laikliği, siyasal İslam kökenli sızmalara karşı korumak için bir dizi denetim önlemini yasalaştırdı. Fransa faşizminin temsilcileri olan Zemmour ve Le Pen (“az bile” diyerek) Macron’u destekledi. Fransa solunu önde gelen temsilcisi Melanchon ise yasaya “insan haklarına aykırı” gerekçesiyle karşı çıktı. Kim haklıdır? Laikliği korumak için Siyasal İslam’ı sınırlayan liberal Macron mu? Bu önlemi Fransa’daki işçi sınıfına katılmakta olan göçmenlerin kültürel kimliklerine karşı bir insan hakları saldırısı olarak gören solcu Melenchon mu?

Bence Melenchon yanılıyor. Göçmenler, Aydınlanma değerlerini sahiplenmeden ülke işçi sınıfı ile bütünleşemezler; sınıf mücadelesinde dayanışma mümkün olamaz. Ev sahibi ülkenin sosyalistleri, solcuları, sınıf kardeşliğini aydınlanma değerleri üzerine inşa etme görevi ile karşı karşıyadırlar. Başarılı olamazlarsa faşizm, “yerli” işçi saflarında yerleşir. Türkiye’de de benzer sorunlar ister Suriyeli ister Afgan olsun milyonları aşan göçmen akımlarında ortaya çıkıyor.

Dünya işçi sınıfı coğrafî, yapısal, derin dönüşümlerden geçmektedir. Her biri, kültürel, sınıfsal karşıtlıkları etkileyerek… Dünya solu, bu yeni karşıtlıkların bazen neofaşizmden destek alan sermaye tarafından denetlenebilmesini önleyebilecek mi? Önümüzdeki yılları biçimlendirecek kritik sorulardan biri budur, dedikten sonra bana dönüyor;

-Defter burada kapanır, diyor, ben de:

- Şimdilik, diyorum

Neoliberal saldırıların yoğunlaştığı dönemden aklımda kalan o umut veren sözleri defterin kapanmadığını anımsatıyor;

-Elim kalem tuttukça bu menfur saldırılara karşı çıkacağım, diyordu.

İçimde bir bahar sevinci…

***

NOT: Söyleşiyi hazırlarken, Korkut Boratav hakkında kaleme alınmış olan, Aydınlık Bir Adam Korkut Boratav, Söyleşi, Hakan Güldağ- İbrahim Ekinci kitabından yararlandım.