John Berger, Picasso’nun Başarı ve Başarısızlığı kitabında toplumsal siyasal ve uluslararası gelişmelerin sanat tarihi içindeki önemine inanmış birisi olarak, İkinci Dünya Savaşı öncesi dünya sanat piyasasının merkezinin Paris’ten New York’a kayışını anlatır. O dönemlerde, kuşkusuz John Berger olup bitenlerin tam ayırtında değildi, bu değişimin ve merkezin kaymasının sanat tarihinde ne kadar önemli olduğunu da tam olarak -muhtemelen- idrak edememişti. Biz bugün bu toplumsal gelişmelerin hem sonuçlarına hem de nasıl ve niçin geliştiğine çok daha vakıfız.

Ama gelin görün ki bu ülkede kifayetsiz muhterisler bu gelişmeleri inceleyip sonuçlar çıkarmak yerine, sinema tarihimizde Lütfi Akad’ın anlattığı pek asap bozucu bir olguyu hatırlatır biçimde kendilerine yeni hedefler türetmeyi seçiyorlar.

Akad’ın anlattığı ve benim isim vermeden zikredeceğim bu anısına göre, sinema tarihimizdeki çok önemli bir teknisyen “biliyorsunuz, para kazanmak için adam çalıştırmak lazımdır” diye bir hikmette bulunuyor. Akad’ın belirttiği üzere, aslında bu kıymetli zat, o zamanlarda Karl Marx’ın Kapital adlı eserini okumuş ve buradan kapitalizmin nasıl bir sistem olduğunu anlamak yerine, tam tersine, zengin olmak için artık değere el koymak lazım sonucuna ulaşarak şirket sahibi olup kâra el koymak gerekir sonucuna ulaşmıştır.

Şimdi Türkiye’de kimi plastik sanatçılar da aynı yoldan giderek aslında sanatın Tarkovski’nin son derece yerinde -ama eksik kalmış, sistemlileşmemiş- fikirlerinde anlattıklarının tersine, Batılı sanatın evrimini takip ederek, gündeme girmeyi ve para kazanmayı -her ne pahasına olursa olsun- esas başarı olarak görüyorlar. Sonuçta boş çerçeveyi New York’ta sergileyip dolar üzerinden Türkiye’de Ülker Grubuna satıyorlar.

Oysaki Batılı sanatın yapı değiştirmesi, kamucu ve direnişçi ve savaş (emperyalizm) karşıtı söylemden uzaklaşması, batılı sanatın teslimiyetini yalnızca getirmez, aslında sanatın etkisizleşmesi, topluma seslenmesini ve hakikatin sözcülüğünü üstlenmesini de engeller. Kısaca sanat böylelikle zorunlu olarak festival kuşlarını üretir. Ve festivallerde de giderek kuş beyinliler daha çok öne çıkarlar. Sanat etkisizleşir ve sanat dünyası bir tür 'sanat sevicilerinin' ellerine düşer. Kısaca sanat topluma ve insanlığa yabancılaşır ve nihayetinde iktidarın bir oyuncağı olur.

Hollywood bu sistemin en bilinçli icracılarından biridir: sistem özgür olmayı bırakın, dünyada hiçbir sinemanın kontrol edilemediği denli sıkı kontrol edilir. Ve sanatçılar sistemin iradesiz ve özgürlüğünü kaybetmiş yetenekli zanaatkârları haline gelir. Bu açıdan bakıldığında, dünya ile genel planda ABD Dışişleri Bakanı değil, tam tersine, Hollywood müzakereleri yürütür demekte hiçbir sakınca yoktur.

Türkiye’de sanatın bu hiçleşmesi ve iktidarın oyuncağı olması haline getirilmesi içinde zaman içinde pek çok girişim yapıldı. Türkiye’de 1960’larda Sinematek kurulduğunda, ona şiddetli saldırıların olmasının nedeni de budur.

Dünyada sanatın merkezi Paris’ten New York’a kaydığı bu yıllarda, direniş ve mücadele ile dolu olan Avrupa Sanatı -büyük başarısızlıkla sonuçlanmış olsa dahi- örnek alınınca, Amerikancıların bundan rahatsız olmasından daha doğal ne olabilir? Giovanni haklı olarak yaşarken, Onat Kutlar ve arkadaşlarının sanat adına savunduklarına bakıldığında, onları Amerikancılık ile suçlayan hem Erksan’ın hem de Refiğ’in Amerika düşkünlüğünü ve bizzat oraya gidip film çekmeye çabalamalarını anlatıp, gülüyordu: “Tarih kimin Amerikancı olduğunu gösteriyor işte” demişti kısaca.

Dolayısıyla, Türkiye’ye baktığımızda, artık Türkiye’de sanat adına gerçek bir eleştiri kurumu inşa ederek sanat tarihini, felsefesini ve eser incelemelerini oturtmadıkça, geriye korkunç şeyler kalacak: Yolunu kaybetmiş inanılmaz sayıda -niteliksiz- zanaatçı. Ne yaptığını bilmeyen pek çok akıl tutulması yaşayan iddiacı-asörtif hasta sanatçı namzeti!

Üniversiteler ve Akademik dünya Türkiye’de önderlik yapamadı ve sanat literatürünü bilimselleştirip estetikleştiremedi. Aslında Erksan’ın dediği özünde doğrudur: Türkiye’de bir entelijansiyanın olmamasının sonuçları çok ağırdır.