94. Oscar’larda uyarlamalar ve gerçek öykülere dayanan filmler öne çıktı. En İyi film, En iyi Yönetmen ödüllerini kadınların kazanması sevindiriciydi.

Hollywood bildiğiniz gibi

Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nin 94 yıldır verdiği Oscar ödülleri, geçen Pazar akşamı Hollywood’da, Dolby Tiyatrosu’nda yapılan törenle sahiplerini bulurken, En İyi Film dalında favori gösterilen “The Power of the Dog”un En İyi Yönetmen dalı dışında başka ödül kazanamaması pek çok eleştirmenin tahminlerinde yanılmasına yol açtı. En İyi Film Ödülünü kucaklayan CODA’nın 2014 yapımı bir Fransız filminin (La Famille Belier / Hayatımın Şarkısı) uyarlaması olması ise çokça tartışıldı. İşitme engelli bir ailenin kızlarının şarkıcı olmak için ailesine karşı verdiği mücadeleyi anlatan fotoroman tadında bir filmin Oscar’ı alabileceği son zamanlarda Hollywood basınında yazılıp çizilmeye başlamıştı ama eleştirmenlerin büyük kısmı pek ihtimal vermiyordu böyle bir sonuca.

‘Children of Deaf Adults’ (Sağır Ailelerin Çocukları) sözcüklerinin baş harflerinden oluşan CODA, En İyi Film Oscar’ının yanı sıra, Troy Kotsur’a En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını getirdi. Hollywood kalıplarına cuk oturan bu filmin ödüllendirilmesi, Oscar’larda bir değişim yaşandığına ilişkin alametlerin yeterli olmadığını gösteriyordu. Evet, bir kadın yönetmenin, Sian Heder’in imzasını taşıması olumluydu ama sinema sanatı açısından özgün bir yanı yoktu.

Edebiyatın gücü

Dünya sinemasının 2021 yapımları içinde öne çıkan filmlerden Japon Ryusuke Hamaguchi’nin Murakami uyarlaması “Drive My Car” (Sür Arabamı), Yeni Zelandalı Jane Campion’a En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Thomas Savage uyarlaması “The Power of the Dog” (Köpeğin Pençesi) ve teknik dallarda (görüntü yönetimi, kurgu, müzik, ses tasarımı, yapım tasarımı ve görsel efekt) altı Oscar kazanan Denis Villeneuve’ün Frank Herbert’in bilimkurgu romanından uyarladığı “Dune: Çöl Gezegeni” Oscarlar’a damgalarını vuran, iyi edebiyattan iyi film çıkabileceğini gösteren örneklerdi. “The Power of the Dog”ın başrolünü üstlenen Benedict Cumberbacht ile Yardımcı Oyuncu dalında Kirsten Dust başarılı performanslarına karşın Oscar’lardan ödülsüz ayrılan oyuncular arasındaydı. Western türüne bambaşka bir açıdan yaklaşarak, erkeklik mitini sorgulayan Campion’un filmi hiç kuşkusuz yılın en önemli yapımlarından biri.

1957 yapımı bir Broadway müzikalinin beyazperde uyarlaması olan 1961 tarihli filmin yeniden yapımı (re-make’i) olan Steven Spielberg imzalı “West Side Story” (Batı Yakasının Hikayesi)’nin Oscar gecesinden tek bir ödülle, Ariane De Bose’a verilen En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü ile ayrılması sürpriz değildi. Aday listesinde En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde (Denzel Washington’un mükemmel yorumu ile) yer alan Joel Coen’in yönettiği siyah-beyaz “Macbeth’in Trajedisi” de özgün bir Shakespeare uyarlamasıydı. Ne var ki, Akademi üyelerinden gerekli onayı alamadı. Geçen yılın sahne uyarlamaları arasında yer alan, Lin-Manuel Miranda’nın “Tick Tick…Boom”unu da beğeniyle izlemiştim. Filmin başrolündeki Andrew Garfield, En İyi Erkek Oyuncu adayları arasındaydı ama şans yüzüne gülmedi. Aynı şey, Joe Wright’ın “Cyrano” uyarlamsı için de geçerli. “Macbeth Trajedisi”ni ve bu iki güzel müzikali kaçırmamanızı öneririm. “West Side Story” ise, öyküye getirdiği gerçekçi ve ayrımcılık karşıtı bakış nedeniyle önemli.

Bu yılın Oscar’larında gerçek öykülerin sayısı epeyce fazlaydı. Geçen haftaki yazımda, “Oscar’ı herhalde ‘The Power of the Dog’a verirler ama benim tercihim ‘Belfast’ olurdu” demiştim. “Belfast”, ünlü İngiliz oyuncu ve yönetmen Kenneth Branagh’ın çocukluğundan izler taşıyan, İrlanda’daki iç savaşın açtığı yaraları vurgulayan bir çalışmasıydı. Kazandığı En İyi Özgün Senaryo Oscar’ından daha fazlasını hak eden, şiirsel gerçekçi geleneğe yakın duran bir yapıttı. Siyah-beyaz görüntüleri, müziği ve oyuncu kadrosunun başarılı performansları ile tarihe tanıklık eden, ayrımcılığı kınayan ve barıştan yana tavır alan bu film, genç sinema yazarlarımıza fazla bir şey ifade etmemiş olmalı ki, Atilla Dorsay ve Sevin Okyay dışındaki eleştirmenlerimizin önemli bir kısmı filme dudak kıvırıyordu.

Gerçek öyküler

Will Smith’e En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazandıran, Reinaldo Marcus Green’in yönettiği “King Richard” (Yükselen Şampiyonlar), 2000 sonrası tenis dünyasına damgalarını vuran iki kardeş, Serena Williams ve Venus Willams ile babalarının öyküsünü anlatıyor. Tıpkı “CODA” gibi Hollywood kalıplarına sıkı sıkıya bağlı bir yapım. Michael Showalter’in yönettiği “Tammy Faye’in Gözleri” ise ‘World of Wonder’dan Fenton Bailey ve Randy Barbato’nun 2000 tarihli belgeselinden uyarlanmıştı. Film, Tammy Faye’in görüntüleri ile başlıyor, daha sonra bir zamanların ünlü TV yıldızı Faye’i canlandıran Jessica Chastain’in başarılı performansı ile devam ediyor. Film, Chastain’e En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getirirken, Makyaj ve Saç Tasarımı Oscar’ının da sahibi oldu.
Aday listesinde, Kadın Oyuncu (Nicole Kidman), Erkek Oyuncu (Javier Bardem) ve Yardımcı Erkek Oyuncu (J.K. Simmons) kategorilerinde yer alan ama törenden ödülsüz ayrılan Aaron Sorkin’in “Being the Ricardos” (Ricardoları Canlandırmak) adlı filmi, Amerikan televizyonunun ünlü dizilerinden ‘I Love Lucy’nin başrollerindeki Lucille Ball ile Desi Arnaz’ın çalkantılı kariyerlerini konu alıyordu.

Tiyatroya ve yaşama saygı

“Tammy Faye’in Gözleri” ve “Ricardoları Canlandırmak” Amerikan televizyon dünyasını beyazperdeye taşırken, Japon yönetmen Ryusuke Hamaguchi’nin “Drive my Car”ı üç sanat dalını, edebiyat, tiyatro ve sinemayı buluşturuyordu. Cannes Festivalinde de En İyi Senaryo ödülünü kazanan film, Haruki Murakami’nin “Kadınsız Erkekler” adlı öykü kitabından uyarlanmış. Üç saatlik süre boyunca seyircisini, dört ana karakter çevresinde aşk, mutluluk, sadakat, ihanet, suçluluk duygusu gibi insan ilişkilerinin gizemli yanları, dil ve iletişim gibi kavramlar üstüne düşünmeye davet eden ve hiç kuşkusuz benim gibi tiyatro tutkunları için çok özel bir yeri olan film, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Uluslararası Film Oscar’larının tartışmasız adayı idi ve kazandı. Hamaguchi, “Drive My Car” çekimlerine pandemi nedeniyle ara verdiği dönemde çektiği ve üç öyküden oluşan “Çarkıfelek”te de Murakami öykülerinden yola çıkarak benzer temalara değiniyor, ama “Drive My Car”ın yalın ve etkileyici anlatımının uzağında kalıyor.

“Drive My Car”, tiyatro oyuncusu ve yönetmeni Yusuke Kafuku ile televizyon dizileri yazan karısının sevişme sahnesi ile açılıyor. Sevişme eylemi kadının yaratıcılığını kamçılıyor ve her sevişmede öykü yeni bir boyut kazanıyor. Çiftin mutlu ve uyumlu bir beraberliği olduğuna kanaat getiriyoruz filmin başlarında. Karısını işe arabasıyla bırakan kahramanımız ve karısı yol boyunca bir öykü üzerinde çalışıyorlar. Aktörü, sonra sahnede görüyoruz; “Godot’yu Beklerken“ oyununda. Oyun sonunda kulise gelen karısı bir iş arkadaşını tanıştırıyor, ünlü bir televizyon yıldızı, genç bir oyuncu ile… Bir gün, bir jüri görevi için kent dışına gitmek üzere evden çıkan aktörümüz, havaalanında geldiğinde uçuşun iptal edildiğini öğrenince eve dönüyor ve karısını genç oyuncuyla sevişirken görüyor. Ses çıkarmadan evden ayrılan aktör çok sevdiği karısına “sizi gördüm” diyemiyor ama kıskançlık ruhunu kemirmeye başlamıştır bir kere…

Bu arada yeni bir oyuna çalışmaktadır, Çehov’un Vanya Dayı”sına. Arabanın kaset çalarında karısının okuduğu diyalogları ezberler tiyatroya gidiş-gelişlerinde… Karısı ani bir beyin kanaması sonucu öldüğünde, bu kaybın ve onunla yüzleşememiş olmanın üzüntüsünü yaşayan aktörün depresyona teslim olması kaçınılmazdır. İki yıl geçer aradan… Aktör, Hiroşima Tiyatro Festivali’nin çağrısını kabul ederek “Vanya Dayı”yı sahnelemek üzere bu kente gider. Ölen karısının sevgilisi olduğundan kuşku duyduğu genç oyuncu seçmelere katılarak Vanya rolünü üstlenmiştir. Farklı diller (hatta işaret dili) konuşan oyuncular ve tiyatronun kendisine tahsis ettiği kadın şoför ile geçirdiği günler, aktörün yaşama ilişkin kaygılarını, saplantılarını gözden geçirmesine neden olur.

Hamaguchi, Murakami öyküsündeki Çehov duyarlığını yansıtmakta müthiş başarılı. Vanya’ya “Yaşamak zorundayız, acı çeksek de” diyen Sonya’nın sözleri seyircinin yüreğine bir bıçak gibi saplanır. Başka bir yönetmenin elinde ucuz bir melodrama dönüşebilecek öykü, Muarakami’nin kalemi, Hamaguchi’nin soğukkanlı ama bir o kadar dokunaklı anlatımı ile şiirsel bir yolculuğa dönüşür. “Bir insanı tanıyabilmek için kendi kalbine bakman gerekir” diyen genç oyuncu ve acıyla baş edebilmek için insanın kendisiyle yüzleşmesi gerektiğini anımsatan şoförden aldığı yaşam dersleri, Çehov’un oyunundaki şu sözcüklerle özetlenebilir belki: “Yaşamaya ve başkaları için çalışmaya devam etmeliyiz, dinleneceğimiz gün gelene kadar”…