Sinema tarihinin neredeyse tüm korku filmleri ideolojik açıdan sorunludur

Sinema tarihinin neredeyse tüm korku filmleri ideolojik açıdan sorunludur. Pan’ın Labirenti gibi az sayıdaki istisna bir yana bırakılırsa, özellikle Hollywood korku sineması yabancı düşmanı, sağcı, milliyetçi, ahlakçı ve statükocudur.
Korku unsuru Avrupa sinemasında çoğunlukla varoluşsal sorunları ve sınıfsal çelişkileri tartışmanın bir aracı olarak kullanılır -Bkz. Seventh Seal, Hour of the Wolf (Bergman); Funny Games, Time of the Wolf (Haneke) vd... Bunların hiçbiri korku filmi değil ama burjuvazi ve katolisizmi tam da onların yarattığı korkular üzerinden tartışırken epey ürkütücüdürler. Avrupalı sinemacılar bazen anlatıya fazla dinsel öğe katar ama niyetleri genellikle dinsel bir söylem geliştirmek değildir. Bu hafta gösterime giren Borgman’ı ele alalım mesela: Baştan sona dinsel unsurlar -Adem ile Havva’nın cennetten atılması için uğraşan meleklerden birinin adını taşıyan ve sırtında –kanat olması gereken yerde- yara izi olan ana karakter Camael; kendi isteğine göre düzenlemeye çalıştığı bahçe (cennet bahçesi, aden); dünyaya ‘açılabilmek’ için kullandığı Maria (Meryem) isimli kadın vs.- üzerinde ilerleyen Borgman aslında hiç de dinsel bir film değildir. Tam tersi, tanrıyı öldüren insanın metafizik bir cezalandırma unsuru değil de bir yaşam biçimi olarak kendi kendine nasıl bir orta sınıf cehennemi kurduğunu –bastırarak kurtulmaya çalıştığı bir afyonu bir başkasıyla nasıl ikame ettiğini- anlatır.
Tabii tüm Avrupalı yönetmenlerin dinsellik ve korkuyla ilişkisi böyle değil; Hollywood’a yaklaştıkça işler değişiyor. Mesela iki İngiliz gencin İrlanda’da başından geçenleri izlediğimiz İngiltere yapımı In Fear/Korku Yolu (Temmuz sonunda gösterime girecek) kurallara uymayan gençlerin cezalandırıldığı tipik bir korku hikâyesi anlatırken bir yandan da saman altından ilginç bir milliyetçilik yürütüyor. Yoldan çıkma, evlilik dışı cinsellik gibi ‘ceza gerektiren’ unsurlar burada da var. Ama filmin asıl derdi, daha derin bir dinsellik düzeyine inerek İrlanda’yı ilkel bir dehşet ortamına dönüştürmek: Anlatı boyunca İrlanda taşrası, Kelt ve Druid pagan inançlarının önemli parçası olan orman kültleriyle birleştirilerek bir labirent olarak sunuluyor. Bu ilkel inanışlar bugün sadece kültürel öğe olarak var ama İngiliz sinemacı bunu farklı bir şeye dönüştürüyor: İngiliz ordusunun bile bir türlü içinden çıkamadığı korkunç labirent-ülke...
Bu haftanın filmlerinden The Sacrament/Ayin de öyle maalesef, bir şey anlatıyor ama başka bir şey söylüyor. ‘İşkence pornosu’ ve Amerikan milliyetçisi filmleriyle bildiğimiz Eli Roth’un yapımcı olduğu film biçim ya da hikâye açısından hiçbir yenilik içermeyen, daha önce defalarca anlatılmış bir konuyu (Jim Jones-Jonestown Katliamı) inandırıcılıktan uzak bir kamera-kurgu uygulamasıyla yeniden sunan, başarısız bir hiperrealite örneği... VICE adlı bir ajansta fotoğrafçılık yapan Patrick’in kızkardeşi bir tarikata katılmış, sonra da ortadan kaybolmuştur. Patrick ve iki arkadaşı kızın izini bulmak üzere yola çıkarlar, biz de bu arayışı VICE kameraları sayesinde izleriz. Tarikatın bulunduğu bölgeye ancak helikopterle ulaşabilen ekip, bölgeden aynı helikopterle ayrılacaktır ve sadece yarım günleri vardır. İşte bu andan itibaren filmin ideolojik sorunları başlar: 1) Helikopter, zaman sınırlaması ve bölgenin coğrafi özellikleri (bataklıklar, ormanlık alanlar, makineli tüfeklerle korunan kamp vs) doğrudan Vietnam’ı çağrıştıracak biçimde tasarlanmıştır. 2) Ekibi İngilizce’yi itici bir Afrika aksanıyla konuşan silahlı ve kaba siyah askerler karşılar. 3) Kötülüğün merkezi olduğunu öğreneceğimiz kamp ırkçılık, eşitsizlik ve şiddetten uzak, herkesin üretebildiği kadar üretip ihtiyacı kadar tükettiği barış ve huzur dolu bir yerdir. Hatta röportaj sırasında ‘Baba’ (tarikatin lideri) “Bana komünist ya da sosyalist demeden önce bir düşünün” der. 4) ‘Baba’nın medyaya dair abartılı biçimde sunulan görüşleri açıkça Guy Debord, Noam Chomsky ve Jurgen Habermas’tan izler taşır. Böylece tarikat meselesi önemini yitirir, ABD’nin Soğuk Savaş paranoyalarını ısıtan bir anlatıyla baş başa kalırız.
Bu yeni ve özel bir şey değil tabii; 2007’nin dünyasında Amerikalı bir yazar SSCB’nin ABD’yi işgalini anlatan bir roman yayımlayabilir (Russian Amerika, Stoney Compton) ya da Haziran 2014’te gösterime giren bir ‘çocuk filmi’nde kötü karakter “Yoldaşlar!” dediği zaman deşifre olan komünist eskisi bir Rus kurbağa olarak tasarlanırken –Muppets Most Wanted- bir Hollywood yönetmeni komünizm paranoyası üstünden film yapmış, çok mu?!
Ne acayip değil mi, ‘Sovyetler Birliği’ dediğimde anlamadan bakan ’90 küsur doğumlu öğrencilerim var ama hedef kitlesi bu gençler olan Hollywood hâlâ SSCB deneyimi üstünden sosyalizmi bir öcü, yatağın altındaki canavar gibi tasavvur ediyor.
Acayip olduğu kadar da umut verici; Hollywood dünyaya baktığında ne görüyor acaba?..