Sosyo-psikolojik düzeyde çarpıcı bir olgu var: Teknomani ilerledikçe, karşıtı olan bir tavrı, teknofobiyi de besliyor. Bu teknofobik bakış açısının son örneği, yeni gösterime giren M3GAN oldu.

Hollywood ve ‘fobimani’
Fotoğraf: IMDb

20’nci yüzyılın ortalarında, Truman Doktrini ve Marshall Planı’yla kapitalist üretim ve tüketimin küresel düzeyde yaygınlaştığı günlerde kitlelere sunulan belli başlı ‘arzu nesneleri’ vardı. Otomobil, buzdolabı, elektrikli süpürge, çamaşır makinesi, modern mutfak araç gereçleri gibi teknolojik aletler, bu nesneler dünyasının en ünlü ürünleriydi.

Bu ürünlerin tasarımları, öncelikle tüketimin olgusal ve ideolojik düzeyde yaygınlaşmasını kadınlar ve çocuklar üzerinden yürütmeyi tercih eden, zamanın ruhunu da (Zeitgeist) iyi çözümleyen tasarımcı ve reklamcılar tarafından yönlendiriliyordu. Bu yüzden, örneğin Gagarin’in uzaya çıktığı, ABD’nin Ay’a yolculuk planları yaptığı ‘uzay çağı’nda, hem arkası roket kanatlarını andıran otomobiller, hem de her türlü uzay aracını çağrıştıran ev eşyaları üretiliyordu -Ford Thunderbird (1957), Cadillac’ın yatay bir roketi andıran Eldorado modeli (1959) ve aynı yıl satışa sunulan Dodge Coronet, uçan daireyi andıran su ısıtıcıları, bilimkurgu dizilerinden fırlamış gibi görünen koltuklar ve aydınlatma araçları vd.

1980’lerde başlayan, 2000’lerde kendini iyice belli eden, bugün hem hayatımızı hem de hayata bakış biçimimizi belirleyen bilgisayar tabanlı teknoloji ürünleri artık yeni arzu nesnelerimize dönüşmüş durumda. Örneğin, cep telefonunun olmadığı bir yaşamı düşünemiyor olmamız bir yana, her yıl değilse bile iki yılda bir yeni çıkan telefonlara ödenen rakamlar, bu arzunun nasıl hastalıklı bir boyuta ulaştığını gösteriyor. Artık ‘teknofili’den değil, ‘teknomani’den söz ediyoruz.

Ama sosyo-psikolojik düzeyde çarpıcı bir olgu var: Teknomani ilerledikçe, karşıtı olan bir tavrı, teknofobiyi de besliyor.

MAKİNELEŞMENİN KAOTİK GELECEĞİ

Tarihin bilinen ilk teknofobik anlatısı, Mary Wollstonecraft Shelley’nin 1818’de yayımladığı Frankenstein adlı romandır. Yaşadığı dönemin en aydın yazarlarından biri olmasıyla bilinen Mary W. Shelley’nin böyle bir roman yazmış olması başta şaşırtıcı gelebilir. Mary W. Shelley, Sanayi Devrimi’nin toplumsal etkilerini ve insan-doğa ilişkisinde yaşanan kapitalist yabancılaşmanın ilk aşamalarını gözlemlemişti. Farklı cesetlerden alınmış beden parçalarını birleştirip elektrik yardımıyla canlandıran bir bilim insanının ve yarattığı canavarın trajedisini anlattığı romanda, insanlığın doğanın dengesiyle oynamasının, daha basit bir ifadeyle tanrı olmaya heveslenmesinin daima kötü sonuçlar vereceği düşüncesi muhafazakârlıktan değil, makineleşmenin kaotik geleceğine dair öngörüsünden kaynaklanıyordu.

Sonra, 20’nci yüzyılın ortalarına dek böyle güçlü teknofobik anlatılar görülmedi. Tam tersi, Jules Verne’in başını çektiği bir teknofilik bakış, neredeyse 100 yıl boyunca ve arada parlayan H.G. Wells’in teknofobik romanlarından çok daha güçlü biçimde, anlatı kültürüne egemen oldu. 20’nci yüzyılın ortalarındaysa, başta çelişki gibi görünebilecek bir durum ortaya çıktı: Truman Doktrini ve Marshall Planı’yla kurulan yeni düzen, bir yandan teknolojik ürün satışlarını uçururken bir yandan da Hollywood aracılığıyla teknofobiyi körüklüyordu. Mary W. Shelley’nin romanı artık muhafazakâr bir anlatıya dönüştürülebilir, H.G. Wells Jules Verne’nin yerini alabilirdi.

İDEOLOJİK ANLATI FABRİKASI HOLLYWOOD

Özellikle 1930lardan itibaren, film yapımcılarının Beyaz Saray ve FBI ile ilişkileri sayesinde bir ‘ideolojik anlatı fabrikası’na dönüşen Hollywood, Soğuk Savaş döneminde ürettiği bilimkurgu filmleriyle bir yandan komünistleri ‘başka bir dünyanın istilacı canavarları’ olarak tanımlıyor (zenofobi), bir yandan da Frankenstein anlatısını dinsel muhafazakârlık çerçevesinde yeniden yorumluyordu. Buna göre insan, ‘yaratılmış’ olduğunun bilincinde olmalı, yaratıcıyla âşık atmamalıydı (Frankenstein, Westworld); tanrının kendi imgesinde yarattığı kutsal bedeni başka varlıklarınkiyle birleştirmeye kalkışmamalıydı (The Island of Dr. Moreau/Dr. Moreau’nun Adası, The Fly); tanrının yaratma ve yok etme kararlarını sorgulamamalıydı (Jurassic Park); tanrının çizdiği sınırların dışına çıkmamalıydı (Alien, Event Horizon); robotlar ve yapay zekâ gibi zaaflarla dolu insan yapımlarına kesinlikle güvenmemeliydi (Terminator, Matrix).

Yüzlerce çok iyi filmle örneklenebilecek bu teknofobik bakış açısının son örneği, yeni gösterime giren M3GAN oldu. M3GAN’ın temsil ettiği teknofobik ideolojiye bir sonraki yazıda bakalım artık.