Türkiye uzun süredir kısır bir gündeme mahkûm! Bilerek ve isteyerek oluşturulan bir mahkûmiyetten söz edilebilir.
Yani, ister henüz iddianameleri bile ortaya çıkmamış gazetecilerden işlerinden olmuş akademisyenlere, ister Fetö’nün devleti ele geçirmesinden OHAL hallerine, ister barış sürecinin sabote edilmesinden milletvekillerinin tutuklanmasına, ister Başkanlık sevdasından Hayır kampanyalarına yönelik saldırılara, ister Suriye’deki konumuzdan Avrupa ve AB ile didişmemize kadar neyden söz edersek edelim, varacağımız nokta aynı dava, aynı insanla ilgili! Bunları konuşmaktan başımızı kaldıramadığımızdan, ne Türkiye’nin gerçek sorunlarını ne de dünyanın ve insanlığın nereye doğru gittiğini konuşabiliyoruz.
Dön baba dön aynı isimler, aynı tartışmalar nedeniyle, açlıktan bedenlerin kuruması gibi, insanların zihin dünyası da kurumakta. Çölleşen bu düşünme-tartışma ortamının, yarınlarımız için büyük bedeli olacağını düşünmek hiç zor değil.

Bu kısır döngüden kaçmak için, bu yazıda “Homo Deus: Yarının kısa bir tarihi” isimli Yuval Norah Harrari’nin ikinci kitabından söz etmek istiyorum. Tartışılır yanları olsa da, dünyanın ve insanlığın nereye doğru evrildiği konusunda ufuk açıcı, düşündürücü yanları bol olan bir kitap bu. Bu evrilme içinde Türkiye’nin durduğu yer ile entelektüel açıdan içine sürüklendiği kısırlığın getirdiği tehlikeleri görmek açısından da uyarıcı yanları var.

Yazarın ilk kitabı Homo Sapiens’den sonra dünyada satış rekorları kıran bu ikinci kitap, inanılmaz teknolojik gelişmelere imza atan insanlığı bekleyen gelecek üzerine kurgulanmış. Bugün yoksulluk, hastalık ve savaş gibi belaların neredeyse sonunun geldiği düşüncesinden hareket eden Harrari, bunlarla baş etmeyi başarmış insanlığın 21. yüzyılda çok daha cüretkar hedeflere yöneleceğinden söz ederek başlıyor kitaba.

“Açlık, hastalık ve şiddetten kaynaklanan ölümleri azalttığımıza göre artık yaşlanmanın, hatta bizatihi ölümün üstesinden gelebiliriz... Şimdi artık insanları tanrı mertebesine yükseltmek için çalışıp, Homo sapiens’i, Homo deus’a dönüştürebiliriz.”
İlerleyen sayfalarda birçok alanda ortaya çıkan gelişmeleri ve bunların yol açabileceği ihtimalleri tartışan kitabın, okuyanları gündelik yaşamın ötesine bakmaya çağırdığını söylemek mümkün. İlgi çekmesinin önemli bir nedeni de burada diyebiliriz.
Özetle insan, insan biyolojisini değiştirerek (biyoloji mühendisliği) uzun yaşamayı da mutlu olmayı da mümkün kılacak. Bununla da kalmayıp, bir yandan biyolojik değişimi organik olmayan organlar ve araçlarla geliştirerek (siborg mühendisliği), öte yandan organik olmayan varlıklar yaratarak insan yaşamını yeniden yaratma ve değiştirme gücüne sahip olacak; yani tanrısallaşacak!

Kitabın her bölümü ilginç. Örneğin hayvan-insan ilişkisine odaklandığı ikinci bölümde özellikle beslenme sistemimiz nedeniyle bugünün insanı için çok düşündürücü örnekler var.

Üçüncü bölüm ise, hümanizmi, bireyi ve özgür iradeyi merkeze alan liberal düşünceyi yıkıma uğratması, artan bilgi ve veri karşısında bocalayan insanı ele alması, teknolojik gelişmeler nedeniyle, bir yandan yeni bir sınıf ayırımının doğacağı, öte yandan birçok mesleğin ortadan kalkıp insana daha az ihtiyaç olacağı, yani insanın “gereksizleşeceği” gibi konular nedeniyle düşündürücü olduğu kadar ürkütücü.

Öte yandan, akıllı telefonlar, evler, tıbbi cihazlar, arama motorları gibi kişisel bilgileri ele geçiren algoritmaların insan hayatını müdahalesi zaten başlamışken, gelecekte kontrolü tamamen ellerine geçirip insan yaşamını bütünüyle belirlemeleri ihtimali de var ki, yabana atılacak gibi değil. Beynin ve iradenin algoritmaların eline geçtiği bu gidişat nedeniyle, yazar, “21. yüzyılda bireyin kendi kendine yok olma ihtimalinin Büyük Birader tarafından ezilme riskinden yüksek” olacağı gibi bir sonuca da varmakta.

Özetle, bugün ortaya çıkan ve 21. yüzyılda gelişmesi beklenen biyolojik gelişmeler ile insan zekasını aşan algoritmaların insan ve insanlık için etik, sosyal, politik anlamda bir çok soru ve sorunu beraberinde getireceğine kuşku yok.

Örneğin, dünyayı değiştirirken ekolojik sisteme zarar vermemiz gibi, beden ve beyinlerimizi değiştirmek isterken bunlara zarar vermemiz mümkün. Bedenlerin ve zihinlerin yetisini geliştirmek için müdahalelerin, hükümetlerin, orduların, şirketlerin çıkarı yönünde kullanılması mümkün. Yığınlarla insan ihtiyaç duyulmadığından insanın gereksizleşmesi gibi, teknolojik gelişmeleri ve olanakları kullananların üstün insan haline gelmesi de mümkün. Kısacası, iyi yönetilmezse insanı bekleyen birçok beladan söz edilebilir.

Kuşkusuz öngörülenler birer ihtimal. Yazar da buna değinmekte ve geleceği bütünüyle öngörmenin mümkün olmadığını söylemekte. Ancak, bilginin din haline geldiği (dataizm) bir dünyaya doğru yol alınırken, bilgiyi ve verileri kimin kontrol edeceğinden insana ne olacağına kadar birçok sorunun karşımıza çıktığı açık.

Tabii ki, günümüz dünyasında açlık gibi, savaş gibi, ekolojik yıkım gibi belaların devam ettiği ve “insanlığın” bu gelişmeler gerçekleşmeden kendisini mahvetmesinin mümkün olduğu da düşünülebilir. Ancak, ister bugünkü belaları yıkıma ulaşmadan savuşturmak, ister gelecekte bizi bekleyenlere karşı hazırlıklı olmak açısından hem gözümüzdeki at gözlüğünü çıkarmak hem “başka bir dünya hayaline” ciddiyetle yaklaşmak gerektiğini söylemek kaçınılmaz. Bunun için geniş ufuklu yaklaşımlarla tartışmalara ihtiyacın büyük olduğu da kuşkusuz.

Ne yazık ki Türkiye, geniş ufuk bir yana, çölleşen düşünme-tartışma ortamında önünü görmekten bile aciz!