Homo doloristen homo hedoniste: Ruhsallığın  evrimsel yolculuğu

Nesli Zağlı

“Ars longa, vita brevis, occasio praeceps, experimentum periculosum, iudicium difficile.” “Sanat uzun, hayat kısa, fırsatlar kaçıcı, deneyim aldatıcı, karar vermek zor.”

Hippokrates’e ait Grekçe deyişin Latincesi

“Vulnera autem, nisi explorentur sanari nequeunt.” “Yara, sorgulanmadan (deşilmeden) iyileştirilemez.”


Evrim vardır. Ruhsal evrim hele, kesin vardır. İnsanların ruhsallığı çağlar arasında değişim ve gelişim gösterir. Bu gelişim iyi yönde midir? Umutsuz olmayı sevmem ancak hiç sanmıyorum. Çünkü neoliberal denilen çağın tahakkümünde, insancıllıkları ve farklılıkları zedelenmiş, prototipleşmiş kendiliklerle yaşıyoruz. Sanayi devriminden sonra bizim Homo sapiens sapiens olarak bildiğimiz türümüz Homo economicus olarak adlandırılmaya başlandı. Bu insan türü, inşa edilmeye başlanan kapitalist düzenin tüm gerekliliklerini karşılıyordu: Mükemmel bilişsel kapasite, akılcı zihin, tutarlı ekonomik tercih ve davranışlar. Sizin anlayacağınız ideal bir tüketici profili bu Homo economicus. Ama toplumu Homo economicus yapmanın da gereklilikleri var. Bu idealize tüketici kimliğinden sapmamanın yolu itaatkâr olmaktan geçiyor. Neoliberal düzen farkında olan, sorgulayan, dertlenen, söylenen insanlar istemiyor. Bu nedenle de ruhsal ve fiziksel acıyı yasaklayıp, anestezi kültürünü farklı araçlarıyla devreye sokuyor.

Homo doloris, yazar Byung-Chul Han’ın acı çeken, dertlenen insanı. Bu ruhsal formun tarihi muhtemelen en az dinlerin ortaya çıkışı kadar eski. Malum, hemen hemen her dinde çilekeşliğin azizleştirildiği, strese ve yoksun bırakmaya dayalı dini pratikler var. Bana kalırsa bu modern çağa varana kadar sürmüş bir hal ve zaten 20’nci yüzyıldan kalan dramatik, hüzünlü ve acılı şarkılarımız, türkülerimiz, edebiyat eserlerimiz çoğunlukta. Ben mesela çocukluğumda radyodan ‘hafif Batı müziği’ dinleyerek ağladığımı hatırlıyorum. Ancak bu benim yorumum; ama son çeyrek asırda Homo dolorisvari ruhsal âlemimiz iyice Homo hedoniste kaydı. Byung-Chul Han, Homo hedonist kavramını Palyatif Toplum: Günümüzde acı kitabında kullanmıyor (Yeri gelmişken bu yazı için okuduğum bu kitaptan esinlendiğimi ancak yazıdaki amacımın asla kitabı özetlemek olmadığını belirteyim). Aslında Homo hedonist kullanımına başka yerde de denk gelmedim. Ama ruhsal evrimin çağlar boyunca hazcı bir niteliğe bürünmesini iyi ifade ettiğini düşünüyorum.

Peki, nasıl oldu da çilekeş Homo doloris, haz peşinde bir Homo hedoniste yöneldi? İkisinin ruhsallıklarının bir üst katmanını Homo economicus olarak düşünürsek bu değişimi anlamak mümkün. Acı çeken insan sadece o acıya odaklanabilir. Bizim kültürde denir ya “Ağrın neredeyse, canın orada” diye. Acı çeken insan bu nedenle tüketim zincirinin bir halkası olamaz, kopar savrulur. Oysa kapitalist düzene odaklı, güçlü, pozitif ve üretken kişiler lazımdır. Sistem, acı çekmeyelim diye bize haz satar. Bu doğrultuda trilyon dolarlık antidepresan sektörü, kişisel gelişim tatavaları, pozitif psikoloji palazlanır. Hele hele dijital ve biyolojik gözetim çağı olarak adlandırılan bu yıllarda bireyin kontrol edilebilir ve akılcı tüketimler yapması elzemdir. O yüzden küresel olarak herkesin aynı en çok satanları okuması ve yaşamlarına çekidüzen vermesi gerekir. Oysa acı dağınıktır, tekinsizdir. Ama acı olmadan gerçeklik ve canlılık da yok olur. Acılar, bak burada bir şey var ve bana yaşadığımı hatırlatıyor demektedir. Acıdan kaçıp, anestezinin yalandan konforuna sığınmak, canlılığı ve insancıllığı yitirmektir. Bundan on yıllar öncesine kadar normal doğumun, normal olmayan bir versiyonu mu vardı? Farklı endikasyonları dışarıda tutarak söyler misiniz, ağrısız bir doğumu tercih edenler kimi zaman sütün gelmemesine neden şaşırır? Acı, ağrı çoğu zaman yaşamın başka bir ruhsallık ve başka bir evresine hazırlıktır.

“Hiçbir yara deşilmeden iyileştirilmez.” Neoliberal toplum hep acıları yüzeysel bir pansumanla iyileştirebileceğini düşünür. Oysa acı, dipte ve derindeki yaradandır. Ruhsal acıları iyileştirmek için yola çıkan çoğu psikoterapi ekolünde de palyatif bir yaklaşım vardır. Amaç mevcut iyilik halini sürdürmek, acı verenden kaçınmaktır. Danışanlarım bazen seans sonrası birkaç gün savruldukları ve acı çektiklerini söylediklerinde şöyle diyorum: “Böyle sıkıntılı bir deneyim yaşadığınıza üzüldüm ama duygularınızın canlı olmasını olumlu buluyorum.” Burada maksadım acılı, ekşili bir varoluşu savunmak değil. Ancak duygu yelpazesinde her duygunun bir işlevi olduğuna eminim. Örneğin mutluluk, “Burada bir şeyler iyi gidiyor, kal burada” demek. Öfke, “Arzuladığının önünde bir engel koyulmuş, kararlı ol ve kendini ifade ederek mücadele et” demek. Acı da, “Buradasın, canlısın, yaşıyorsun, hadi yine iyisin” demek olabilir pekâlâ. Bu işin şakası tabii, ama bazen hem bireysel, hem de toplumsal acılarımızı bastırmak yerine onları canlı tutmak ve direnmek mümkün oluyor. Direnişin özü acıdır, çünkü acı yoksa yaşam yok.

“Sanat uzun, hayat kısa, fırsatlar kaçıcı, deneyim aldatıcı, karar vermek zor.” Hippokrates’e atfedilen bu söz bana yaşamın ve ölümün, acı ve hazzın ötesinde bir önemi olduğunu hatırlattı. İlla bir Homo ekiyle tanımlamak gerekirse Homo bulla diyebiliriz kastettiğim kavrama: “İnsan bir balondur” demiş Erasmus. Yani diyor ki, “İnsan geçicidir, ömür geçicidir.” Bu kavram resim sanatı dışında pek yankı bulmamış, ama bizim gibi ölümü reddederek yaşayan insanlar için ölümün (acının ve sonluluğun) gerçekliğini hatırlamak önemli. Tabii ki ölümü aklından çıkaramadan kıvranan insanların durumundan bahsetmiyorum. Özet olarak acı, haz, ölümlülük ve bizi kuşatan neoliberal düzen üzerinde çok daha fazla konuşup, yazıp, işlemeli ve anlamlandırmalıyız.