Hoş bir nostalji

ECE KUTLUGÜN ARSLAN

Eşsiz bir duygudur bisiklet sürmek. Kendini rüzgâra kaptırır, havayı içine çeker, etrafı hızla ilerleyen bir film şeridi gibi seyreder ve en önemlisi hiç olmadığın kadar özgür hissedersin. Uçmak gibidir ama kanatlarınla değil ayaklarınla, kendi çabanla yine. Bu yüzden de değerlidir ya. Hem yorulursun hem de neşeli bir rüzgârla hemencecik karşılığını alırsın.

Herkes bilir, bir kere bisiklet sürmeyi öğrendin mi bir daha unutmazsın. Sürmeyi unutmadığın gibi bisiklet üzerinde biriktirdiğin anıları da unutamazsın. Düşe kalka en sonunda sürmeyi başardığın o ilk an, sana sürmeyi öğreten o insan, silinmez aklımızdan. Acısıyla, büyük ölçüde de tatlısıyla aklımıza yerleşir bir daha gitmemek üzere. Bisikleti öğrenmek gibi bu hikâyede de dilekler emekle, düşe kalka ama zaman zaman da güle oynaya gerçekleşiyor.

Hikâye insanların en iyi eşya dostlarından biri olan bisikletin, yepyeni doğmuş, mahalle marangozunun elinden taze çıkmış bir tanesi ile başlıyor. Ancak bu iki tekerlek, bir gidon, iki pedal ve bir oturağın öylesine bir araya geldiği alelade bir eşya değil. İçinde bitmeyen bir umutla, üzerinde gezdireceği çocuğu gözleyen çok özel bir arkadaş… Adeta sokağa atılmış sahibini bekleyen bir yavru köpek gibi, bu bisiklet de onu benimseyecek, onunla birlikte sınırsız maceralara atılacak o muhteşem sürücüsüne kavuşmayı bekler durmadan. Günlerden bir gün de hayali gerçek olur bu şirin bisikletin. Bir eve kavuşur. Ancak kavuştuğu bu evin çocuğu hiç de hayal ettiği gibi çıkmaz maalesef.

Hayata karşı sergilediği hırçın tavrı bu yeni hediyeden de esirgemez bisikletimizin sahibi Benek. Onunla gezmek şöyle dursun elini bile sürmez, hatta yanına bile yaklaşmaz. Bisiklet sürülmediği her gün üzülür, kırılır. Kullanılan tüm o diğer gereksiz eşyalar ile kendini kıyaslar. Ama yok! Böyle terk edilmesi için bir neden bulamaz. Haliyle bisikleti türlü güzel emellerle ona alan annesinin, Benek’i eski neşesine kavuşturma çabaları da yine sonuçsuz kalmış olur.

Yani anlayacağınız kimse hayatından memnun değildir. Bisikletimiz gezmek ister, Patya anne kızının mutluluğunu ister Benek’se… Onun isteklerini anlamak için ruhunun derinliklerine inmemiz gerekecektir. Öyle “ha deyince hop” olmuyor, tüm istekler birden bire sonucuna kavuşmuyor onlar için. Bu üç farklı kalbi ise ancak kaderin bir dokunuşu birbirine bağlayacaktır.

Deniz kokulu, bembeyaz duvarlı adeta minik bir cenneti andıran yalılarından maddi sıkıntılar yüzünden ayrılmak zorunda kalan anne kız, kendilerini daha mütevazı bir hayata adapte etmeye çalışır. Taşındıkları yeni evdeyse, bazen baş belası olsa da aklını kullanmayı da iyi bilen Benek, hayal gücünün yardımıyla annesinin sağ kolu olur. İki tekerli dostumuz ise, olaylara hemen dâhil olamasa da gelecek olan neşeli ve bol rüzgârlı günleri beklemekten hiç vazgeçmez.

Sürekli dengede kalmanın tek yolu, sürekli devam etmektir bisikletteyken. E hayat da öyle değil midir? “Çocuklar bisiklete binmekten tamamen vazgeçebilseydi dünya yine ayakta kalır mıydı?” Çünkü eğer neşesini kaybetmiş her çocuk ve gezemeyen her bisiklet şefkatle onarılmazsa umudum kapıları zincirlenmiş demektir. Mucizelerin sevgi ve çaba yoluyla gerçekleştiği bu kitapta, bisiklet sürmek için ayaklara bile ihtiyacınız yok, yaratıcı ve sizi düşünen komşularınız olduktan sonra…

Dilek Sever’in kaleme aldığı ve Murat Başol’un resimlediği ‘Dev Bir Benek’ sizi eski İstanbul sokaklarında dolaştırmaya davet ediyor. Günümüzden o eski sokaklara, ekmek kokulu caddelere ve martı seslerine giderken köprünüz ise bir gökkuşağı olacak. Altından yağmurlar, kara bulutlar da geçse, rengârenk bu gökkuşağı, umudu, arkadaşlığı, aileyi ve emeği size hoş bir nostalji tadında resmedecek.