Her yıl olduğu gibi yine 23 Nisan yaklaştıkça çeşitli duygularla doluyor insan. Çünkü kaderin garip cilvesine bakın ki 23 Nisan yaklaştıkça 24 Nisan da yaklaşıyor ve bundan 100 yıl önce bu topraklarda yaşanan felakete ne deneceği, çeşitli parlamentoların, devlet başkanlarının bu olayı hangi tanımlarla anacağı tartışılıyor hararetle.

Kimin ne dediğinden daha önemlisi, burada, bu topraklarda yaşayan bizlerin, bundan 100 yıl önce buralarda gerçekten ne yaşandığına dair anlaşmamız. Topu taca atmayı, saçmalamayı, çocukluk yapmayı bırakmamız.

Bu konuda doğru soruları sorarak yol alabiliriz. Bize yol gösterebilecek iki soruyu Cumhuriyet’teki köşesinden Aydın Engin sormuş:

“Biiir: 1915 24 Nisanı’ndan önce bu topraklarda Osmanlı nüfus kayıtlarını esas alırsak 1milyon 290 bin, Ermeni kilisesinin vergi kayıtlarına bakarsak 1milyon 914 bin, Britannica Ansiklopedisi’ne göre 1.750.000 Ermeni yaşıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk nüfus sayımının yapıldığı 1927’de bu topraklarda yaşayan Ermeni sayısı “100 bin civarında” diye açıklandı. Bugün hemen hepsi İstanbul’da yaşayan 60 bin dolayında Ermeni yurttaşımız var. Şimdi soralım: Bu toprakların en kadim halklarından Ermeniler 1915’te vardı, bugün yoklar. N’oldu onlara? İkiiii: Geçen yüzyılın başlarında (yani 1915’lerde) Anadolu’da zanaat erbabı olarak Ermeniler açık ara ile öndeydiler. O kadar ki Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı kitabında Kurtuluş Savaşı sırasında Trabzon Limanı’nda biriken cephane ve silahların cepheye sevk edilememesini “Kağnı ve araba tekerleği yapacak Ermeni ustalar kalmadığından...” diye açıklıyor. Şimdi soralım: Peki, Ermeniler bu topraklarda yok edildikten sonra atölyeleri, işlikleri, küçük çaplı fabrikaları, tarlaları, evleri, konakları, değirmenleri n’oldu? Kime kaldı?”

Bu soruların cevapları üzerinde Türkiye’de oluşacak geniş bir konsensüs, büyük felaket mi soykırım mı deneceğinden çok daha önemli ve gerekli. Çünkü dış baskılar, konjönktür, geçici politik ittifaklar dolayısıyla bir süre için konunun ciddiye alınırmış gibi yapıldığı dönemleri bir yana bırakırsak, Türkiye siyasetinin ve toplumunun büyük bölümü 1915 konusunda inkarcı ve reaksiyoner reflekslerin ötesine geçebilmiş değil. Bu refleksleri kırmanın yolu da, bir yandan hakikati ifşa ederken, diğer yandan tanımların üzerinde zoraki ittifaklar aramak yerine, gerçekten olup biteni farklı yollarla dile getirmekten geçiyor.

İnsanları ortağı olmadıkları bir suçun suç ortağı haline getiren döngüyü kırmaksa amaç, dert anlatmanın birden çok yolu olduğunu kabul etmek gerek. Hrant Dink’in en büyük “kusuru” da belki buydu: daha önce asla kurulamayan bir dille herkese ulaşabilmesi. Ekim 2006’da haber7.com’a verdiği bir mülakatta şöyle diyordu mesela:

“Siz soykırım yerine daha yumuşak ifadeler kullanıyordunuz. Reuters’a verdiğiniz demeç bir üslup değişikliği mi?

- Hayır! Her zaman konuya yumuşak yaklaşmak gerektiğini söylerim ama karşımdaki ‘Sizce bu soykırım mıydı?’ diye net bir şekilde sorarsa kendi bildiğimi inkâr etmem.

Yani Reuters’a ‘Bu bir soykırım’ dediniz.

- Evet, aynen böyle dedim. Benim algılamam böyle. Ben bunu her zaman söylerim zaten! Ama elimden geldiği kadar Türkiye içerisinde, özellikle Türkler ile konuşurken o kelimeyi kullanmamaya azami gayret gösteriyorum. Biliyorum ki bu kelimenin muhatabı oldukları için üzülüyorlar.“

Bu dev adamın inceliği ve netliği hepimize rehber olmalı.