Hukuk düşüncesi niçin önemlidir?

Sabri KUŞKONMAZ

Hukuk düşüncesinin siyasal ve yönetsel karar mekanizmalarını etkileyecek denli geniş bir demografiye yayılmadığı bir toplumda demokrasi olmaz. Bugün ülkemizde ve dünyanın başkaca pek çok ülkesinde görülen ve yaşanmakta olan, sayısız yolsuzluklar, kayırmacılık, liyakatsizlik, toplumsal adaletsizlik ve sosyal uçurumlar -güleç yüzlü kapitalizm koşullarında bile!- geleceksizlik/ gelecek kaygısı, bilimsel ve kültürel gerilik... Kısacası çağdaş kapitalizmin tüm sosyal ve bireysel sorunlarının temel nedenlerinden biri, hukuk düşüncesi eksikliği olduğunu söyleyebiliriz.

‘Edebiyatta Hukuk’ kitabı; adından da anlaşılacağı üzere, hukukun bir biçimde metinde yer bulduğu edebiyat eserlerini konu edinen bir kitaptan söz ediyoruz... Kategorik olarak sadece edebiyat eseri olmayan, mitoloji, felsefe, siyaset ve benzeri alanlarla ilgili anlatı, metin ve eserler de kitabın merceğinde. Bu türdeki metinlerin gerek tarihsel değerleri gerekse kurgusal niteliği itibariyle, edebiyat başlığı altındaki bir bütünde yer alabilmeleri mümkün olmuştur.

İşte bu çerçeve içinde, son iki bin beş yüz yıldan bu yana ortaya çıkmış olan ve ‘dünya kültürünün’ önemli eserleri niteliğine sahip verileri ele alan 83 makale ile bir kitap oluşturulmuştur; Edebiyatta Hukuk!

Sadece ülkemiz açısından değil, dünya hukuk düşüncesini anlamak için gerek ele alınan yapıtlar ve gerekse bu yapıtları ele alan makaleler bir çifte okuma fırsatı ve deneyimi sunmakta. 83 adet makalenin 52 farklı yazarın kaleminden çıkmış olması da, yine çok farklı yaklaşımları görme, değişik değerlendirme ve dilsel örnekleri bir arada okumaya olanak veriyor. Yapıtların farklılık ve zenginliğine, her bir makale yazarının kişisel yaklaşımı da ayrı bir okuma zevki, okuma keyfi sunuyor. İncelenen metinlerin temasına göre, kitapta metinler on ayrı başlık altında tasnif edilmiş. Böylelikle okura temaya göre okuma konusunda bir seçim ve kolaylık sağlanmış. Kısacası, elimizde 479 sayfalık -küçük bir- hukuk dünya atlası var!

Konuya ve kitaba daha iyi yaklaşım için bazı başlıkları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz...

KURULUŞ, HUKUK VE DEVLET

Hoca Sadettin Tâcü’t- Tevârih (Tarihlerin Tacı) adlı Osmanlı tarihine ilişkin kitabında anlatır; Zaman, Osman Gazi zamanıdır. Devlet kuruluş yolunda ilerlemektedir. İktidarın oluşturduğu çekim merkezi içinde, çarşı-pazarda bir canlılık yaşanmaktadır. Çünkü para güvenli pazara meftundur. Hal böyle iken, Osman Gazi’nin huzuruna bir Germiyanlı gelir. Buradaki ‘gelir’ fiilini bilinçli olarak kulandık. O dönemde Osmanlı iktidarı henüz iktidar ‘çıkılacak’ kadar yükselmemiş, iktidarın hukuku da bu çerçeveyi tahkim edecek aşamaya gelmemiştir!

Huzura gelen Germiyanlı Osmanlının ilk padişahına -ki henüz padişah değil, Osman Bey’dir- bir öneri sunar; çarşı pazarda yapılan işlemlerden yüzde beş vergi almasını salık verir. Bu konuda kendisi için de bir talebi olmuştur belki. Osman Gazi bu öneriyi hiddetle geri çevirir: “Bire adam, yıkıl karşımdan, yoksa sana bir kötülüğüm dokunur. Çarşıda pazarda iş görenlerle beraber mi çalıştık ki, işlerine niçin ortak olalım” meailinde sözler söyler. Bu güzel bir anekdottur. Osmanlının kuruluş dönemine ilişkin yazılı kaynakların yok denecek kadar oluşu nedeniyle, anlatılanın doğruluğu konusunda Hoca Sadettin’ne güvenmekten başka seçeneğimiz yok...

Öykünün devamı daha ilginçtir: Kendisine ‘Çoban Osman’ da dendiği konusunda rivayetler bulunan Osman Gazi, yapılan öneri ile ilgili çevresinin düşüncesini sorar. Yani meşverette bulunur. Kimi akıllı adamlar, Germiyanlının önerisinin çok yanlış olmadığını, İslam Hukuku’nun da buna cevaz verdiğini anlatmaları üzerine, çarşı pazardan vergi alınmaya başlar.

Bu anekdotla ilgili saysız çıkarımda bulunabilir ve yorum yapılabilir. Ancak, ele aldığımız kitap dolayımında, bizim açımızdan ilgi çekici nokta, devlet ve hukuk sarmalında, hukukun devleti sarıp sarmalamasında bir gecikme olmadığı yönüdür. Bir başka açıdan da, devlet hukuk ilişkisinde, iktidar önceden yetkin bir hukuk kurup, arkasından kuruluşa gider gibi bir mekanik oluşumun toplumsal düzlemde karşılığının olmadığıdır. Osmanlı örneğinde gördüğümüz gibi, kuruluştan 150 yıl sonra Fatih kanunnamelerinin düzenlenmesi bu konuda iyi bir örnektir. Yine, kuruluştan yaklaşık 200 yıl sonra, yaptığı kanunlaştırmalar nedeniyle, Birinci Süleyman tarihimizde ‘Kanuni’ adıyla tescillidir. Kanuni, Osmanlının onuncu padişahıdır oysa! Yani hukuk tahkimi kuruluştan çok sonrasında da sürmektedir.

KAVRAMSAL/SÖYLEMSEL ÇERÇEVE

Devlet, hukuk, iktidar gibi son derece netameli kavramlar söz konusu olduğunda, bu bağlamdaki bir yazıda çerçeveyi başta belirtmek gerekir. Bu yazımızdaki kavramsal ve söylemsel çerçevemiz oldukça dar tutulmuştur. Temel olarak ele aldığımız pozitif hukuktur. Başka bir deyişle, hukukçuların ve hukukla ilgili uygulayıcıların “Mer’i hukuk” dedikleri, yürürlükteki hukuktur. Bu açıdan, temel alınan ‘hukuk düşüncesi’ olgusu da, yürürlükteki hukuk/ çağımızdaki hukuk bağlamında bir ‘hukuk düşüncesi’ olarak anlaşılmalıdır. Neredeyse sonsuz genişlikte hukuk kavramını bu çerçeveye koyarken, bu alanda, insancıl hukuk, geleceğin hukuku, Marksist hukuk gibi daha çok farklı anlayış ve yaklaşımların olduğu belirtelim. İşte bu ve benzeri yaklaşımlar göz ardı edilmemiş, sadece burada kapsam dar tutulmuştur.

Genel olarak denilebilir ki; hukuk kuralları bir soyutlama ve modellemedir. Güncel noktasından hareketle geleceğe doğru, oluşturulan modellemelerle hukuk en iyiye, ulaşma iddiasını içinde taşır. Ancak, her modelleme gibi, gerçeklikle sınandığında asıl olan durum ortaya çıkar.

BATI HUKUKU VE HUKUK DÜŞÜNCESİ

‘Batı’ hukuku, genel olarak, Roma hukukunun üzerinde yükselmiştir. Bu cümleyi ‘Batı kültürü’ olarak da genişletebiliriz. Çünkü oluşmasında hukukun temel dinamiklerden bir olduğu toplumsal yapı ve toplumsal yaşamın içeriğine, yine hukukun difüzyonunun yaşandığını söylemek mümkündür. Kural ve kurumlarla görünür olan hukuk, günlük pratikte içinde bir ‘ruh’ olarak topyekûn olarak hayatın içinde yer almaktadır! Burada, Avrupa merkezli bir bakışla hareket edilmediğinin, olguya dikkat çektiğimizin altını çizmek isteriz.

Başta bizim zorlu Cumhuriyet/modernite çabamız olmak üzere, genel bir söyleyişle Doğu da hep Batı’yı kerteriz almıştır. En gelenekçi Japonya’dan, Korkunç İvan’ın Rusya’sına ve yirminci yüzyılın başındaki İran’a değin farklı örnekler bulabiliriz. Belki burada daha geniş bir yaklaşımla, Roma hukuku kaynakları olarak da, Sümer, Mısır ve Hammurabi kanunlarına bir referans akla gelebilir. Ancak, Roma hukukunun ulaştığı yetkinlik, kaynak tartışmasından öte bir bütün olmasıyla öne çıkmaktadır. Bir başka açıdan da, bir mehaz/kaynak olmanın ötesinde, Roma hukukunun güçlü ve etkin niteliği, toplam Batı kültürünün içinde bir hukuk düşüncesini doğurması veya bir hukuksallık geleneğini oluşturması ile önem kazanmaktadır.

Bu hukuk düşüncesi ABD örneğinde bir hukuk fetişizmi düzeyine yükselmiştir. Bilinir ki; Batı hukuku olarak nitelediğimiz bu sistem içinde, Kara Avrupası ile İngiltere/ABD aslında iki ayrı temel hukuk disiplini içinde yer almaktadır. Avrupa için Kara Avrupası hukuk sistemi adlandırılması yapılır. İngiltere/ABD Anglo-Sakson hukuk sistemine sahiptir. ABD hukuk sistemi bu anlamda, Kara Avrupa’sına göre, Roma hukuku temel alındığında, bu hukuka bir adım daha uzak olduğunu söylemek yanlış olmaz. Anglo-Sakson pragmatik hukuk kültüründe, Kuzey Amerika (Kanada dahil) kuruluş süreci içinde hukuk günlük bir aparat görevini görecek denli güncel olmuştur. Bu anlamda, yirminci yüzyılda ABD’de hukukun/hukuk hizmetinin metalaşması ayrı bir fetiş nedeni olarak karşımıza çıkmakta iken, tarihsel arka planda da böyle bir pragmatizm pratiği yer almaktadır. Sonuçta, toplumsal bir konsensüs gibi yaşanan hukuk düşüncesi, ülkesel kapsamdaki hukuka aykırılıklar için önemli bir etken olmaktadır.

Bir ekleme daha yapmak gerekirse; Batı kültürü bir ‘iktibas’ ve tekrar dinamiğine sahiptir. Bir tekrar halidir. Platon’daki ‘Er mitosu’ ile Dante’nin İlahi Komedyası bu açıdan iyi bir örnektir. Her iki anlatıda da, yeraltına/cehenneme yapılan yolculuk ve bu yolculuktaki ibretlik dersler ve tanıklıklarla yüklüdür. Plastik sanatlardaki sayısız mit/din/ söylence kaynaklı tekrarları, üretimleri saymıyoruz bile. İşte bu iktibas ve tekrarın oluşturduğu kültür ve hukuk düşüncesi, bir bakıma olumlu bir yön olarak, yaygınlık, yetkinlik olarak karşımıza çıkmaktadır.

HUKUK DÜŞÜNCESİ OLMAZSA NE OLUR?

Özet olarak söylemek gerekirse; hukuk düşüncesinin siyasal ve yönetsel karar mekanizmalarını etkileyecek denli geniş bir demografiye yayılmadığı bir toplumda demokrasi olmaz. Bugün ülkemizde ve dünyanın başkaca pek çok ülkesinde görülen ve yaşanmakta olan, sayısız yolsuzluklar, kayırmacılık, liyakatsizlik, toplumsal adaletsizlik ve sosyal uçurumlar -güleç yüzlü kapitalizm koşullarında bile!- geleceksizlik/ gelecek kaygısı, bilimsel ve kültürel gerilik... Kısacası çağdaş kapitalizmin tüm sosyal be bireysel sorunlarının temel nedenlerinden biri, hukuk düşüncesi eksikliği olduğunu söyleyebiliriz. Ama bir yandan da, zaten egemen ekonomik ve siyasal sistem, kendi hukukunu çiğneme alışkanlığındadır. Bu ‘alışkanlık’ bir marazi durum değil, tarihsel ve diyalektik bir sonuçtur. Bu sonuca karşı durmanın yolu, yine hukuk ve toplumsal temelde karşılık bulan bir canlı hukuksal tartışma süreci ve yaygın bir biçimde hukuk düşüncesine sahip olma halidir.

SİSİFUS SENDROMU

Bir kez daha bir önceki başlığı yineleyelim: hukuk düşüncesi olmazsa ne olur? Hukuk düşüncesi olmazsa, ‘Sisifus Sendromu’ yaşanır. Literatürde böyle bir sendrom var mıdır, bilemiyoruz. Son deprem felaketinde yaşanan, yöneticilerin inisiyatif/karar alamaması, farklı bürokratik aksaklıkların bir nedeni olarak Sisifus sendromunun yaşandığını ileri sürüyoruz..

Sisifus Sendromu nedir? Pek çok örnekte görüldüğü gibi, bürokrat veya kamu görevlisi, bazı yakınlıklar ve kayırma ile siyasal aidiyet ile hızlı bir biçimde konumunu yükseltir ve silsileyi meratibin üst basamaklarına aynı hızla çıkar. O tepeye çıkmak için Sisifus’un kayasını yıllarca itmesine, çaba ve emek harcayıp, alanında pişmesine gerek olmamıştır. Ancak, kendi öz nitelikleri ile yani liyakat ile yönetsel ve hukuksal olarak yeterliliği nedeniyle o tepe noktaya çıkmadığını da en iyisi kendisi bilmektedir. Bu nedenle, eğer o tepeden aşağıya inerse, bir daha asla çıkamayacağının da farkındadır. Böyle bir korkusu vardır. Çünkü o tepeye hak ederek çıkmış olsaydı, olası bir statü değişikliğinde, en kötüsü, tepeye eş ya da yakın bir başka görevde kalması gayet olağandı. Mesleki ve hiyerarşik konumunda biraz az, biraz fazla bir değişiklik olurdu en kötüsüyle... Ancak, kişi/bürokrat, o noktaya ‘tanrının eli’ ile gelebilmiştir. Geri düşme kaygısı ile, konumunu korumak için en iyi seçenek olarak hiçbir konuda inisiyatif kullanmamayı düşünmektedir. Böylelikle yanlış yapması da söz konusu olmayacaktır. İşte en dibe yuvarlanma korkusuyla düşülen paralize hal bir Sisifus Sendromu halidir. Daha anlaşılır olması için atletizmden bir örnek verelim; 100 metre koşucusu, o gün gireceği yarışta günü değilse, belki birkaç saliselik bir azalma ile yarışı bitirir. Ancak, Sisifus Sendromu içinde olan, bu hal ile yarışa giren, salt kendi gücüyle koşmaya kalktığında, yüz metrede değil derece yapması, koşabilmesi bile şüphelidir. Çünkü birikim, donanım, deneyim açılarından yetersiz ve tıknefestir! Be nedenle de asla yarışa girmez.

Bu ortamın oluşmasında başat etkisi olan siyasi iradenin, kimi zaman kullandığı ‘bürokratik vesayet...’ gibi söylemleri, kendi bakış açısından haklı olabilir. Ancak, bürokratik vesayet aslında bir başka açıdan, ‘devletin sürekliliği, devlet/kamu hafızası’ demektir. Bu nedenle, vesayet kaygısı varsa da, bu kaygıyla çekilen fotoğrafta, kadraj boş kalmaktadır.

Devlet ve hukuk dile getirildiği anda, hukuk buzdağının, güzel hukuk metinlerinde görünmeyen bir başka temel yüzü vardır: Bu yüzün ana fikri ‘zor’ ile anlatılır. Bu yöne hukukun cebri gücü denir özetle. Bu cebri/zora dayalı yöne M. Weber penceresinden baktığımızda, Weberyen zor, bir dereceye kadar otoriter kapitalizmin meşruluğunda, bu meşruluk kaynağındaki bizzat kendisinin ihdas ettiği görülür. Zor, ehlileştirilmiş, görece ince, akademik ve hatta kibar bir zordur. Bu özellikler, Batı cephesi için böyledir. Bu denli inceliğe karşın, hukuk ile birey arasındaki ilişki, bir parça bütün ilişkisi asla olamaz. Daha doğrusu parça ile bütün arasındaki tamamlayıcı bir ilişki değildir. Çünkü hukuk düzleminde, bütünün parçaya, merkezin çevreye tahakkümü kaçınılmazdır. Bu ilişki tersine çevrilmedikçe, hukuk da tartışmalı olmayı sürdürecektir.

Hukuk düşüncesi olmayan, zayıf olan toplumlarda ise Weberyen zor bile bir lüks haline gelebilmektedir. Çünkü artık buradaki zor; katı, kaba, karasal bir zordur. Başka bir deyişle aslına irca etmiş, aslına dönmüş, inceliklerden, akademik elbiselerinden soyulmuş/ elbiselerini çıkarmış bir zordur. Otoriterliğini gizleyen değil, tam tersine, dışa karşı, kamusal alanda otoriterliğini en görünür kılan, en uç örneklere vardıran (Örneğin SADAT) bir eyleyiş içinde olan iradenin zorudur. Bu tabloda, her şeye karşın, hukuk düşüncesi, kanun korkusu/cebir ve tahakküm yerine hukuk ve görev olgularını besler. Bu hukuk ve görev olgusunda iki yön ortaya çıkarıyor; talepler olarak görev (kamunun talep edene görevi) ve uyma olarak görev. Yurttaş hukuka uyma ile ödevli-görevli iken, aynı zamanda otoriteden de talebi bir keyfiyet değil, ödev/görev olarak ele alınmalıdır. Kısacası, siyasi otorite de birey ve kurumlardan ödev-görev talep ettiğinden daha fazla ödevli-görevlidir hukuksallık içinde...

Yeniden ‘Edebiyatta Hukuk’ kitabına dönersek; Yukarıda özetlediğimiz birkaç başlıktan daha fazlasına ilişkin tartışma için pek çok veriye sahiptir kitap. Farklı başlıklar, farklı konu ve yazarlar açısından bir bakışta okumakla bitmeyecek bir seçkin metindir. Çünkü Platon’u okuyup geçtikten sonra, Seneca’ya ulaşınca, dönüp Platon’a yeniden bakmak, ya da Machiavelli’nin ‘yasalar, din, ordu’ üçlemesinden, Althusser’in devletin ideolojik aygıtlarına asimetrik bir gönderme bulup, oraya doğru bir keyifli okuma yolculuğu ve ihtiyacı ortaya çıkabiliyor. Bu açıdan, okunmakla bitmeyen, tükenmeyen, değerli bir kaynak niteliği vardır. Bilenlerin yeniden anımsayacağı, bilmeyenlerin heyecanla öğreneceği sayısız başlık ve metinler... Hukuk düşüncesinin oluşumu için örnek olabilecek, son derece önemli bir kaynak ve kitaptır özetle...

Çok eskiden yazmıştık; “Hukukta Yumuşak G yoktur” diye. Bu kitapla bir kez daha yineleyelim, hukukta yumuşak g yoktur. Yani, konuşurken veya yazarken hukuğun, hukuğa... gibi ‘ğ’ kaynaştırma harfi araya girmez, yazılmaz. Bunu yapanlar, hukukun sert gövdesine aykırı davranmaktadır! Söyleyişte ve yazımda “Hukukun, hukuka...” gibi kullanımlar doğru olup, burada yumuşak bir kaynaştırma harfine gerek yoktur. En azından İstanbul Hukuk’un efsane ‘Hukuk Başlangıcı Dersleri’ hocası Vecdi Aral’dan beri ben böyle bilmekteyim!

EDEBİYATTA HUKUK

hukuk-dusuncesi-nicin-onemlidir-1138634-1.

Hazırlayanlar: Hikmet Temel Akarsu - Mehmet Fırat Pürselim - Rana Hima - Türkiz Özbursalı - Fuat Sevimay - Sabri Kuşkonmaz

Papirüs Yayınları, 2023