Suç çetelerinin, iktidarla kolkolayken, çıkar çatışmasına düşerek iktidardakilerin foyalarını ortaya saçmaları, 17-25 Aralık 2013 türünden bir iç hesaplaşmadır aynı zamanda. İktidarın karanlık yüzünü geniş kitlelere gösteren bu süreci hor görecek değiliz. İtirazımız, bunun iktidarın ilk dönemlerini dışarda bırakmasına, hatta 1990’lara gönderme yapılarak 1990 öncesinde de var olan sistemik yani sermaye düzenine içkin, iktidar-sermaye-suç çeteleri ilişkilerinin perdelenmesinedir...

Hukuk yoksa devleti kim kontrol eder?

“Yedi Samuray” filmi (1954) ünlü yönetmen Akira Kurosawa’nın başyapıtlarındandır. Halen dünyanın en iyi fimleri arasında ilk sıralardadır. John Sturges’ın yönettiği Yedi Silahşörler (1960 ) filmi aynı temanın western kalıplarına uyarlanmış biçimidir ve o da türünün iyileri arasında yer alır.

“Yedi Samuray”, basitçe bir eşkiya hikâyesidir. Derinliğine bakıldığındaysa, tam da devletin bıraktığı boşluğun nasıl doldurulacağının öyküsüdür. 16. yüzyıl Japonya’sında her yıl eşkiya (nobuşi) samurayların yağmasına maruz kalan bir köy halkı, kendilerini savunmak için efendisiz (ronin) bir samuray ile anlaşırlar; o da benzer durumdaki 6 samurayı yanına alır ve birlikte köyün savunmasını üstlenirler. Köylüler, bunlara verilecek ücret miktarının, eşkiyanın el koyduğu üründen daha düşük maliyetli olacağını hesaplamışlardır. Ancak hesaba katılamayan şey, eşkiya püskürtüldükten sonra koruyucu samurayların bu defa bir tehdit oluşturup oluşturmayacağıdır; veya örneğin onların ücreti konusunda bir anlaşmazlığa düşüldüğünde, kamu gücü ve hukuk ortada olmadığına göre (olsaydı zaten özel koruyucu hizmetleri satın almazlardı), kararı kim verecektir?

Kenan Bulutoğlu hocanın Kamu Ekonomisine Giriş (Temat Yn., 1971, s. 3-5) kitabı bu öyküyle başlar ve yukarıdaki son soruyla sürer. Devlet gibi bir üst örgüt olmadığı zaman, köylüler «başlangıçta sözleşme ile piyasadan tuttukları samurai›lerin hizmetlerini beğenmezlerse onlara yol veremezler”. Samuraylar, “bir piyasa üstü örgüt durumuna geçerler. Kısacası devlet olurlar”...

Peki, ya devlet var ama hukuk yoksa? Veya, hukuk görünürde var ama gerçekte yoksa? Anayasa var ama uygulanmıyorsa? İktidarın kendi yasalarını/ düzenlemelerini işine geldiği gibi uygulaması veya hiç uygulamaması veya fiilen çoklu hukuk sistemine geçmesi, iktidarın atadığı yasama organı ve üst yargı tarafından sorgulanamıyorsa? Yargı yürütmenin hatta tek bir kişinin denetimine girmişse? O zaman devleti veya devlet olmuş yürütmenin başını kim/kimler kontrol edebilecektir?

ASALAKLARIN DEVLETE ÇÖREKLENMESİ

Eğer belirli bir tarihi kesitte belirli bir ülkede iktidara çöreklenen ve/veya iktidarın etrafını saran asalak sınıflar, sorgusuz sualsiz yani hukuksuz/ denetimsiz bir biçimde ülkenin yönetimini ellerine almışlarsa, orada ne demokrasi, ne adalet, ne insan hakları, ne bütçe hakkı, ne özgürlüklerin kırıntısı kalmış olabilir, ne de kaçınılmaz biçimde devlet-toplum ilişkilerini örümcek ağı gibi saracak olan mafyatik ilişkiler engellenebilir. Orada devletin mafyalaşması bütün bu olumsuzlukların bir nedeni değil sonucudur aslında; ama sonuç giderek belirleyicilik kazanır, zamanla devletin her kademesinde çeteleşme uç verir.

Kamu kaynaklarının yağmalanması ne kadar büyük çaplı, ne kadar yaygın olursa ve ne kadar uzun süredir sistemin damarlarına işlemişse, bu yağmadan pay kapmak için üşüşenlerin sayısı da o kadar çok olacaktır. Yağmadan büyük paylar kapanlar, işin yürümesi için, irili ufaklı payların daha geniş çevrelere yayılmasına, işbirlikçi çemberlerinin peydahlanmasına alan açmak zorundadırlar. Çünkü herkes olan biteni görmekte/duymakta/sezmekte ve bunların bir kısmı yağmadan pay istemektedir. Bunlar bazen küçük sus payları biçimindedir, bizlere astronomik görünen çoklu maaşlar bile aslında “devede kulak”tan ibarettir; bazen küçük ihalelerin, nüfuz ticaretlerinin, dava/iş/ihale takipçiliğinin eteklerdekilere bırakılması biçimindedir. Yol ve yöntemleri her gün medyaya yansıyor; bunları sıralamak bile bu yazıya sığmaz. (“İktidar can ve mal derdinde” başlıklı yazımızda 11 Nisan tarihli Birgün Pazar’da buna değinmiştik).

Ama asıl büyük talan/yağma damarları daha az sayıdadır. Bunları (i) özelleştirme uygulamalarında; (ii) özel çıkarlara uyarlanmak üzere sürekli değiştirilen ihale düzeneklerinde (illa ihalesiz alımlar/satışlarda veya İhale Kanunu›nun istisna maddeleri arkasına gizlenen işlemlerde değil, olağan ihale yöntemlerinde bile); (iii) yap-işlet-devret türü döviz garantili talanlarda ve bunlara pandeminin yarattığı mücbir koşullarda bile dokunulmamasında; (iv) kamu mamelekinin bağışlanması, düşük bedelle satışı veya uzun süreli tahsisinde (ve tahsisten yararlananlara öncelikli satın alma hakkı tanınmasında) ve imar rantlarında; (v) son üç yılda TCMB rezervlerinin, döviz kurlarını düşük tutmak adına şaibeli yollarla eritilmesinde; (vi) ve tüm bunlara ilişkin karar süreçlerini belirleyen yüklü komisyon/rüşvet bedellerinde, gizli ortaklıklarda ve içerden öğrenmeyle yapılan bilgi ticaretinde (insider trading) teşhis edebiliriz. Doğanın/çevrenin talanına yol açılmasının, örneğin İstanbul Kanalı gibi potansiyel bir çevre felaketi habercisinin bile umursanmaması, büyük yağma düzeninin icabındandır.

Burada bir tuzağa dikkat edilmeli: Bu yağmacılığın, rejimin hukuk/denetim temelinin iyice zayıfladığı son dönemlerin ürünü olduğunun “sanılması”, hatta suçun münhasıran 2018 sonrasının Başkanlık rejimine yüklenmesi... Bu sadece liberal aymazların kendilerini aklama gayretlerinin ürünü değildir. Bu yorum, şu an Millet İttifakı’nın eteğine tutunan Deva ve Gelecek partilerinin de işine gelen yorumdur; kendi iktidar dönemlerini temize çıkarma çabalarının uzantısındadır. Bu, yağma düzeninin “tarih öncesiyle” (yani 2018 öncesiyle) hesaplaşmak istemeyen veya bu yolda sermaye ile ters düşmeyi göze alamayan tüm muhalefeti de içine alan bir toplu kaçış durumudur.

Gerçekte bu, hem sermaye düzeninin icabıdır, hem Türkiye gibi bir çevre ülkesinde asalak sermayenin öne çıktığı bir düzenin türevidir, hem de onyıllarca iktidarın maddi nimetlerinden uzak kalan dinci siyasetin açgözlülüğünün sonucudur. Bunlar devletin üzerine bir çekirge sürüsü gibi çökmüşler, kendi sermayedarlarını yaratacak düzeye ulaşmışlar, kendi ağlarını kurmuşlardır.

Suç çetelerinin, iktidarla kolkolayken, çıkar çatışmasına düşerek iktidardakilerin foyalarını ortaya saçmaları, 17-25 Aralık 2013 türünden bir iç hesaplaşmadır aynı zamanda. İktidarın karanlık yüzünü geniş kitlelere gösteren bu süreci hor görecek değiliz. İtirazımız, bunun iktidarın ilk dönemlerini dışarda bırakmasına, hatta 1990’lara gönderme yapılarak 1990 öncesinde de var olan sistemik yani sermaye düzenine içkin, iktidar-sermaye-suç çeteleri ilişkilerinin perdelenmesinedir... (Sadece Uğur Mumcu›nun siyaset-ticaret-mafya-İslamcı örgütler ilişkilerini anlatan yazıları ve “Rabıta” kitabı yeterli örnek oluşturur).

ÖZELLEŞTİRMELER: BİR YAĞMA ARACI

Aslında herşey gözümüzün önünde oldu. Ama kitlelerin zihnini canlı tutmak ve özel olarak 2003 sonrasını teşhir etmek, bugünkü siyasi mücadelenin ayrılmaz parçası yapılmak zorundadır. Öncelikle, 1986’da başlatılan özelleştirme uygulamalarının yüzde 90’dan fazlasının 2003 sonrasını ilgilendirdiğiyle başlamak gerekir. İkincisi, özelleştirmelerde salt kamu çıkarlarının değil ülke çıkarlarının dahi gözetilmediğini - Telekom örneği yeterlidir- sürekli sergilemek gerekir. Üçüncüsü, birçok örnekte, satılan şirketlerin ürün stok düzeyleri, nakit varlıkları ve beklenen kârlılık durumlarının, belirlenen satış fiyatının büyük bölümünü karşılayabilecek noktada olduğunu ve benzeri uygulamalarla talanın katmerli bir biçime dönüştürüldüğünü kitlelerin bilincine çakmak gerekir. Somut vakalara ait ayrıntıların toplu istatistiklerden her zaman daha etkili olduğundan hareketle bazı örnekler sunalım:

TÜPRAŞ: İlk özelleştirme girişiminde, Tüpraş’ın yüzde 75 hissesi 1,3 milyar dolara adresi bir posta kutusundan ibaret olan bir Rus şirketine “satılmıştı.” Petrol-İş Sendikası’nın açtığı davayla bu şaibeli satış durdurulabildi. Bunu, Tüpraş'ın yüzde 14,76'lık hissesinin “halka arz” aldatmacasıyla bir “gece operasyonuyla” borsada işlem gören değerinin altında Sami Ofer- Mehmet Kutman ortaklığına devredilmesi izledi; Petrol-İş’in açtığı davayla bu sözde halka arz işlemi de iptal edilmesine rağmen “atı alan Üsküdar’ı geçmiş”, hisselerin tekrar el değiştirmesi sağlanmıştı. Bu bile bir iktidarı yerinden edebilecek bir yolsuzluk örneğiydi. Daha sonra Tüpraş’ın yüzde 51 hissesinin Koç Holding’e dört milyar dolara satılması iki şeyi gösteriyordu: Bir, ilk satış olağanüstü bir peşkeş, kamu malını hedefleyen açık bir dolandırıcılıktı; iki, Türkiye’nin en büyük sanayi şirketinin çoğunluk hissesi için biçilen değer hâlâ gerçek değerinin çok altında, birkaç yıllık kârının toplamı düzeyindeydi.

PETKİM: Petkim’i ilk özelleştirme girişimi Uzanların İmar Bankası’na el konulmasından bir ay önce, Uzanların Çukurova-Kepez şirkelterine el konulmasından hemen sonra gerçekleştirilmiş ve bu stratejik petro-kimya tesisinin satış ihalesini kazananlar Uzanlar olmuştu! Hem de “ölmüş eşek fiyatına” yani sadece 600 milyon dolara! Ama Uzanlar, nakit dönüşümü yüksek Çukurova-Kepez ellerinden çıkınca bu bedeli bile sağlayamamıştı. Kamuda kalan Petkim daha sonra kâr oranlarını yükseltti; öz kaynaklarından 400 milyon dolarlık yatırım yaptı. 2005’te ihracat rekoru kırdı; ama Nisan 2005’te şirketin yüzde 30’luk payı halka arz edilerek ÖİB elindeki pay yüzde 58,8’e düşürülüp izleyecek blok satış kolaylaştırılmış oldu. Kasım 2007’deki ikinci özelleştirme girişiminde Azerbaycanlı SOCAR-Turcas Ortak Girişim Grubu’na yüzde 51 hissesi 2,04 milyar dolara satıldı. Bu da, önceki özelleştirme girişiminin çok büyük bir peşkeşe karşılık geldiğini, ancak 2007 özelleştirmesinin de şirketin ikame değerinin yani şirketi yeniden oluşturma maliyetinin çok altında kaldığını açıkça göstermekteydi. (bkz. 13.07.2007 tarihli Dünya Gazetesi yazımız).

Dönem, içerde medya patronlarının, büyük sermaye çevrelerinin, dışardan iştahla ihale kovalayan yabancı sermayenin (ve tabii liberallerimizin) mevcut iktidarı yere göğe sığdıramadıkları dönemdi. Bu arada 2010’da Wikileaks belgelerinin ortaya dökeceği gibi, 2004 yılında devlet katından birilerinin gizli İsviçre hesaplarına kabarık meblağların yağdığı bir dönemdi. (ABD›nin bunları her zaman masa altındaki pazarlık unsurları arasında tuttuğuna emin olabilirsiniz).

Başka örnek mi istiyorsunuz? (i) Balıkesir kağıt fabrikası SEKA’nın, ÖİB’nın kendi değer tespitinin ellide birine yani 1,3 milyon dolara satılmasını alın! (Fabrikanın sadece lojmanlarını kümes fiyatına satsanız bu tutardan fazla etmekteydi).

(ii) TEKEL İçki’nin Nurol-Özaltın-Limak-Tütsab ortak girişimine (MEY İçki) 292 milyon dolara satılmasına bakın. Ama dikkat buyurun, şirketin nakit sayılan içki stokları satış sırasında 126 milyon dolar değerindeydi ve işçilerin 32 milyon dolar tutan kıdem tazminatları devlete yükleniyordu; yani gerçekte satıştan devletin eline sadece 128 milyon dolar geçiyordu! Ama sıkı durun, satılan şirketin TEKEL AŞ’ye olan 307 trilyon YTL’lik (219 milyon dolarlık) borcunun, şirketin devrinden 9 gün önce tasfiyesi kararlaştırılıyordu. Üstelik, Yüksek Denetleme Kurulu raporuna göre TEKEL İçki’nin genel müdürü devirden önce şirkete 71 milyon dolarlık hammadde alarak devleti katmerli zarara uğratıyor ve bunun ödülü olarak -ama Kamu Etik Yönetmeliği’ne aykırı olarak- satıştan sonra MEY İçki’ye genel müdür oluyordu. Ama bitmedi: Alıcılar TEKEL İçki’yi 2 yıl ödemesiz banka kredisiyle alıyorlar ve ceplerinden bir kuruş bile çıkmadan iki yıldan kısa sürede 810 milyon dolara Texas Pacific Group’a satıyorlardı. Üstelik satılan sadece yüzde 90’lık hisseydi; yani ellerinde hâlâ 90 milyon dolarlık hisse kalmaktaydı. (bkz. 27.02.2008 tarihli Dünya Gazetesi yazımız).

Telekom örneğinin nasıl Türkiye’nin en büyük boyutlu dolandırıcılık hikâyesine dönüştüğü örneği vermeye gerek görmüyoruz; bilmeyen kalmamıştır ve iktidarın bu soygundaki rolü açıktır. Bu kadar büyük ölçekli talanlar yapılırken, “yağma Hasan’ın böreği”nden pay kapmak için her türden mafyanın türemesi, bizzat sermayenin, siyasetçinin ve bürokratın mafyalaşması yadırganacak bir süreç mi olurdu? Yağma düzeni bu kadar açık, bu kadar gözükara biçimde yürütülürken, iktidarın bu erken dönemini başarılı bir ekonomi yönetimi ve demokratik bir iktidar yapılanması olarak görenler ve bu dönemi övmeye devam edenler de bu yağmanın suç ortakları değiller midir?

SONUÇ

Şimdilerde iktidarın açık/örtük ortaklarının birbirlerine düşmeye başlamalarının gerisinde büyük çıkar kavgaları vardır; gerisi de gelecektir. Bugünden yakın geleceğin savaş çadırları kurulmaktadır. İktidar-sonrası dönemin hesapları şimdiden yapılmakta, herkes birbirinin dosyasını tutmaya başlamakta, güç sınamaları ve rakip eksiltme taktikleri şimdiden ortaya saçılmaktadır. Bunlar derde deva olmayacaktır; olmaması sağlanmalıdır.

Sonucun sonucu: Sosyalist sola ne çok iş düşüyor! Yeni ve tertemiz bir düzen kurmak için eski düzenin pisliklerinin tüm yönleriyle açığa çıkarılması ve yenilenmiş bir yargı sistemi önüne taşınması da sosyalistlerin görev alanına girmiş bulunuyor. Bunu yapmadan yeniyi kurmak, bunu yapmadan sosyalist düzenin meşruiyetini geniş kitlelere benimsetmek zordur; demek ki işe buradan başlamak şarttır. Zaten zorluklardan kaçanın bu mücadelede yeri yoktur!..