15 Temmuz kalkışmasının tüm riskleri bertaraf edilmesine rağmen Türkiye’de 20 Temmuz 2016 tarihinden bu yana devam eden bir olağanüstü hal rejimi vardır. Artık KHK’lerde 15 Temmuz kalkışmasıyla ilgili bir düzenleme yer almamaktadır

Hukuksuzlaşma süreci

Mustafa Karadağ - Hukukçu

Venedik Komisyonu, 13 Mart 2017 tarihli raporunda olağanüstü hali gerektiren nedenler ve olağanüstü hal KHK’lerinde yer alan tedbirler arasında mutlak ve gerçek bağların olması gerektiğine ve olağanüstü hal döneminin ihtiyaçlarına göre getirilen kuralların kalıcılaştırılması riskine vurgu yaparak insan haklarının olağandışı bir şekilde kısıtlanmasına ancak “durumun kesinlikle gerektirdiği ölçüde” izin verilebileceğine yer vermiştir.

Ayrıca, Türkiye’den olağanüstü hal uygulamaları için bir takvim belirlemesini istemiş, terörle mücadele önlemlerinin ise hukuki gözetim altına alınmasının sağlanması için çağrı yapmıştır. Bunun dışında Komisyon, yasa değişikliklerinin KHK’ler ile yapılmasını eleştirerek, değişikliklerin dikkatlice hazırlanmış ve Parlamento’da kabul edilmeden önce düzgün bir şekilde tartışılmış normal bir yasayla değil, bir olağanüstü hal kararnamesiyle getirildiğini belirtmiş. Ve kalıcılaşma riskine değinerek, örneğin 687 Sayılı KHK ile 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun'da değişiklik yapılarak seçim döneminde tarafsız veya siyasi anlamda yansız yayın yapmayan özel radyo ve televizyon yayıncılarına Yüksek Seçim Kurulu tarafından uygulanacak yaptırımların kaldırılmasının olağanüstü hal döneminde nasıl bir gereklilik arz ettiğini ve kanun hükmünde kararnameyle düzenlenecek şekilde “durumun kesinlikle gerektirdiği” bir uygulama olduğunu anlayamadığını ifade etmiş ve hem devlete bağlı hem de özel yayın kuruluşlarının ve referandum kampanyasının bütün taraflarına adil erişim ile kamu yayıncılarının dengeli ve yansız yayın yapmasının, seçmenlere bilinçli bir seçim yapmaları konusunda yardımcı olmak için gerekli olduğunu hatırlatmıştır.

Bir yıl önce düzenlenen bu raporu anımsatmamızın sebebi aynı zamanda Avrupa Konseyi’nin anayasal konulardaki uzmanlık organı Venedik Komisyonu raporunda yer bulan uyarıların o zamandan bu zamana ciddiye alınmadığını hatta özellikle 694 ve 696 sayılı KHK’ler ile tam tersinin yapıldığını, sadece devletin yapısıyla ilgili değil hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemelerin de KHK’ler ile sınırlandırılmasına, her şeyin Cumhurbaşkanı’na bağlanmasına devam edildiğini hafızalarda tazeleyebilmektir.

Dünya düzleminde, Türkiye’de hukukun üstünlüğüne dayalı laik, demokratik cumhuriyetin geldiği noktayı ya da hak ve özgürlüklere bakışı bakımından şu an bulunduğu yeri doğru tahlil edebilmek için bir yıldan daha uzak zamanlara dönüp bakmak yararlı olabilir.

1215’ten bu yana Anayasa süreçleri
İlk olarak 1215 yılında İngiltere’de yapılan bir sözleşmeden, Magna Carta’dan başlayalım. 803 yıl evvel İngiltere’de hak ve adaletin sağlanması için bazı kurallar getirilmiş, hukuk güvenliği teminat altına alınmaya çalışılmıştır. Magna Carta ile; 1) Yargıçların bakması gereken davalara hiçbir şerif, adli amir, memur veya diğer bir memurun bakamayacağı, 2) Hiçbir memurun yani devlet görevlisinin, inanılır şahitler göstermeden, yalnız kendi açıklamalarına dayanarak bir kimseyi mahkeme huzuruna çıkaramayacağı, 3) Kanun olmadan hiçbir hür kişinin tutuklanamayacağı, hapsedilemeyeceği, haklarından ve mallarından mahrum bırakılamayacağı, yasadışı ilan edilemeyeceği, sürülemeyeceği, herhangi bir şekilde kötü muameleye maruz bırakılamayacağı, zor kullanılamayacağı, 4) Hak ve adaletin kimseye satılmayacağı, reddedilemeyeceği, geciktirilemeyeceği, 5) Yargıç, bölge âmiri, şerif ve diğer memurların memleketin kanunlarını bilen ve bunları iyi koruyabilecek kimseler arasından tayin edileceği güvence altına alınmıştır.

Bundan 229 yıl önce ise 1789 yılında Fransa’da İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi yayımlanmış ve 1) Yasa haklı olarak ancak toplum için zararlı eylemleri yasaklayabilir. Yasanın yasaklamadığı bir şey engellenemez ve hiç kimse yasanın gerektirmediği bir şeyi yapmaya zorlanamaz, 2)Yasa, genel iradenin ifadesidir. Tüm yurttaşların gerek bireysel olarak, gerekse temsilcileri aracılığı ile yasanın oluşturulmasına katılma hakları vardır. Yasa herkesi aynı şekilde korumalı veya cezalandırmalıdır. Yasa önünde eşit olan tüm yurttaşlar, kapasitelerine göre ve erdemleri ile yetenekleri dışında hiçbir ayrım gözetmeksizin her türlü kamu görevi, rütbe ve makamlarına eşit olarak kabul edilirler, 3)Yasanın belirlediği durumlarda ve yasanın öngördüğü şekiller dışında hiçbir kişi suçlanamaz, tutuklanamaz veya alıkonamaz.

Keyfi emirleri teşvik edenler, keyfi emirler verenler, bunları uygulayanlar ya da uygulatanlar cezalandırılır, 4)Yasa ancak açık ve zorunlu olarak gerekliliği beliren cezaları koymalıdır ve bir kimse ancak suçun işlenmesinden önce kabul ve ilan edilmiş olan ve usulüne göre uygulanan bir yasa gereğince cezalandırılabilir, 5) Her insan suçlu olduğuna karar verilinceye kadar masum sayılır, 6) Düşüncelerin ve inançların serbest iletimi, insanın en değerli haklarındandır. Bu nedenle her yurttaş serbestçe konuşabilir, yazabilir ve yayınlayabilir, ancak bu özgürlüğün yasada belirlenen kötüye kullanılması hallerinden sorumlu olur, 7) Toplumun tüm kamu görevlilerinden görevleriyle ilgili olarak hesap sorma hakkı vardır, 8) Hakların güven altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının yapılmadığı bir toplumda Anayasa yoktur, ilkelerine yer verilmiştir.
hukuksuzlasma-sureci-429004-1.Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara Büyükelçiliği’nin bulunduğu Nevzat Tandoğan Caddesi’nin isminin barışı simgeleyen “Zeytin Dalı” olarak değiştirilmesinden tam 227 sene evvel 1791 yılında Amerikan Haklar Bildirgesi yayınlanmış ve 1) Kongre, ifade ve basın hürriyetini ortadan kaldıran veya barışçı bir şekilde toplantı yapma hakkını ve şikayetlerinin düzeltilmesi için hükümete dilekçe verme hakkını engelleyen hiçbir kanunu çıkaramaz, 2) İnsanların kendilerinin, evlerinin, işlerinin ve paralarının makul olmayan araştırma ve müsaderelere karşı emniyet içinde olma hakkı arama tezkeresi olmadan ihlal edilemez; ancak, özellikle araştırılacak yeri tarif eden bir yemin ya da yemin yerine geçebilecek bir söz ile desteklenen makul bir sebep varsa kişiler alıkonulabilir ve müsadere yapılabilir, 3)Cezai davaların tümünde, sanık, kamuya açık ve hızlı bir şekilde yargılanma hakkına, kanunda daha önceden belirlenen bölgelerden ve suçun meydana geldiği bölgeden oluşturulacak tarafsız bir jüri ile yargılanma hakkına, suçlamanın niteliği ve nedenleri hakkında bilgilendirilme hakkına, kendi aleyhinde şahitlik edenlerle karşı karşıya gelme hakkına, kendi lehine şahitlik edecek olanların zorla şahitlik için getirilmeleri hakkına ve savunmasının yapılması için bir dava vekilinin yardımının sağlanması hakkına sahiptir, hükümleri ABD Anayasası’nda yerini almıştır.

Yine bu tarihten 179 yıl önce 3 Kasım 1839 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu padişahı Sultan Abdülmecit tarafından imzalanıp yayımlanan Tanzimat fermanı ise 1) Her bireyden geliri oranında vergi talebinde bulunulacaktır. Vergi toplanmasındaki adaletsizliklerin önüne geçilecektir, 2) İltizam usulü kaldırılacaktır, 3)Rüşvet ve adam kayırma olaylarına son verilecektir. Halkın devlete ve yöneticilere güven duyması için çaba sarf edilecektir, 4) Kanunlar şeriat esaslarına uygun olacak, Kanunların her gücün üstünde olduğunu kabul edilecektir, 5) Mahkemeler halka açık olacak ve hiç kimse yargılanmadan cezalandırılmayacaktır, 6) Gizli idamlar ve zehirlemeler yapılmayacaktır, 7) Davalar kanuna uygun olarak açık bir şekilde görülecektir, 8) Yapılan fermana uyulacağına ulema dahil bütün yöneticiler yemin edecektir, hükümleri yer almaktaydı.

10 Aralık 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve 4 Kasım 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ise özetle bütün insanların; özgür ve eşit doğduğuna, birbirlerine kardeşçe davranmaları gerektiğine, ırk, cinsiyet, dil, din, inanç ya da başka türlü bir fark gözetmeksizin tüm haklardan eşit olarak yararlanacaklarına, güven içinde özgürce yaşama hakkına sahip olduklarına, işkenceye ve onur kırıcı muameleye tabi tutulamayacağına, hukuki kişiliğinin tanınmasını isteme hakkının olduğuna, kanun önünde eşit olduklarına ve herkesin özel hayatına, aile, konut ve iletişimine yönelik saldırılarda dahil olmak üzere kanunların korumasından da eşit olarak yararlanması gerektiğine, ihlal edilen haklarıyla ilgili olarak mahkemelere başvurma ve bağımsız, tarafsız, adil bir mahkeme önünde yargılanma hakkının bulunduğuna, keyfi olarak alıkonulup, tutuklanamayacağına, sürülemeyeceğine, suç isnad edildiği takdirde suçu kanıtlanıncaya kadar masum sayılacağına, işlediği sırada suç teşkil etmeyen bir eyleminden cezalandırılamayacağına, her hangi bir devletin sınırları içerisinde serbestçe dolaşabileceğine, kendi memleketi de dahil olmak üzere bulunduğu memleketi terk etmesinin engellenemeyeceğine, fikir ve inanç özgürlüğünün bulunduğuna, bu özgürlüğün inanç ve düşünceleri ifade etme hakkını da kapsadığına, düşünceleri açıklamanın hiçbir şekilde sınırlamaya tabi tutulamayacağına, düşünce ve inanç etrafında örgütlenebileceğine, barışçıl toplantı ve gösterilerin hak olduğuna, doğrudan veya seçilmiş temsilciler aracılığıyla memleketin yönetimine katılma hakkının varlığına işaret etmektedir ve bu iki metin halen Türkiye’yi bağlayan, hukuken ve fiilen aksine davranması hak ihlali sonucunu doğuran metinlerdir. Anılan sözleşmelerde yazılı hak ve özgürlükler Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasası’nda da mevcuttur.

Bugünün Türkiyesi…
Hal böyleyken şu an itibariyle 15 Temmuz kalkışmasının tüm riskleri bertaraf edilmesine rağmen Türkiye’de 20 Temmuz 2016 tarihinden bu yana devam eden bir olağanüstü hal rejimi vardır. DGM’lerin, özel yetkili mahkemelerin sözde kaldırılmasına karşın o yetkileri, hatta daha fazlasını kullanan anayasal suçlara bakmakla görevli, Anayasa Mahkemesi kararlarını “had aşmakla” suçlayan ve uygulamaktan imtina eden ağır ceza mahkemeleri vardır.

Devlet aygıtının tamamı KHK’ler ile düzenlenmekte, TBMM’den toplu görüşmelerle ve jet hızıyla geçirilmektedir. Artık KHK’lerde 15 Temmuz kalkışmasıyla ilgili bir düzenleme yer almamaktadır. Yoksulluk, yolsuzluk ve yasakların sorun edilmediği bir yoksunlaştırma ve eğitimsizleştirme temel eğitim politikası haline getirilmiştir. Ahlakın yerine din konulmuş, bilimsel eğitimden vazgeçilmiş, değerler eğitimi üstünden çocuklar din adamlarına, dini cemaat ve derneklerin insafına terkedilmiştir. OHAL baskısı altında Anayasa Referandumları yapılmış, şimdi ise savaş ikliminde seçim yapılmak istenmekte, dış politika eleştirisi yapanlar “vatan haini”, iç politika eleştirisi yapanlar “terörist” ilan edilmektedir.

Ve siyasi iktidarın bizden istediği Ahmet Telli’nin dediği gibi kendi ömrümüze gardiyan olmamızdır. Oysa bizim memlekete sözümüz var.