22 Haziran’da başlayan hafta bu ülkenin hukuk tarihine kara ya da uğursuz bir hukuksuzluk haftası olarak geçmeye adaydır.

27 Mayıs yargılamaları ile ilgili teklifin yasalaşması, baroların savunma hakkı yürüyüşü; art arda gelen yargı kararları ve kişiselleşen yargı anlayışı, haftayı sıra dışı kılıyor.

DIŞ ODAK VE FAŞİZMLER AKLANDI

Yassıada yargılamalarının yasa çıkarılarak yok sayılması önemliydi. Çünkü Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamları cinayettir.

Bu bağlamda değinilmesi gereken iki çok önemli nokta var. Birincisi, 27 Mayıs cinayetlerinin işlenmesindeki ABD tutumu, bugün bile görünmezliğini koruyor. Bu köşede 31 Mayıs’ta vurgulandığı gibi ABD bu konudaki belgeleri, ısrarla gizli tutuyor. Meclis hiç olmazsa ABD’den idamlarla ilgili gizli belgeleri açıklamasını ısrarla isteyebilir; böylece gerçek TBMM özelliğini bir ölçüde de olsa yeniden kazanabilirdi. Bu yapılmadığı için 27 Mayıs cinayetlerinin asıl suçlusu bir kez daha görmezlikten gelindi.

İkincisi, bu toplum son elli yıl boyunca olağanüstü yargılamalardan çok çekti ve doğrusu şimdi de çekiyor. 27 Mayıs’tan sonra üç kez olağanüstü yargılama süreci yaşandı: 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 2010 Silivri yargılamaları. İlk ikisi askeri darbe, sonuncusu da FETÖ darbesi olarak biliniyor.

27 Mayıs ile ilgili öneri geldiğinde, muhalefet, ısrarla, bu üç dönemin olağanüstü yargılamalarının da tamamıyla yok sayılmaları ve bunlardan doğan zararların karşılanmasını tam bir kararlılıkla istemeliydi.

Şurası tarihsel bir gerçektir ki, 27 Mayıs bu ülkeye özgürlükçü bir Anayasa kazandırır ve toplumun on yıl süreyle nefes almasını sağlarken 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleri, uygulamalarıyla, şu anda iktidarda bulunan AKP-MHP çizgisinin güçlenmesinin yolunu açtı. FETÖ yargısı da aslında AKP’ye hizmet etti.

Yassıada Yargılamaları tamamıyla yok sayılırken, iktidar sözcülerinin diğer darbelerden söz edilmesine çok şiddetle karşı çıkmaları, hiç de nedensiz değildi. Çünkü ABD ile birlikte 27 Mayıs’ın dışında kalan faşist nitelikli darbeler, bu süreçte, dolaylı da olsa, aklanmış oldu!

KİŞİYE ÖZEL HUKUKA DOĞRU

İddia, savunma ve hüküm üçlüsünde oluşan yargı sürecinin en önemli ayağı hiç kuşkusuz, savunmadır. Hafta içinde 80 ilin baro başkanı, Ankara’nın girişinde, sert polis tepkisi ve yağmur altında 27 saat bekletilerek, iktidarın işbirlikçisi Türkiye Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu’na sırtlarını dönerek gerçekleştirdiği o çok görkemli savunma hakkı yürüyüşü, diğer ayakları yerlerde sürünen hukukun hiç olmazsa savunma ayağını kurtarmalıdır.

Hafta içinde Anayasa Mahkemesi’nin, tutukluk süresi aşılarak hak ihlali olduğu kararı vermesine karşın eski HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş tutukluluğunun devamı, dahası eşine Twitter yoluyla yapılan cinsiyetçi saldırı tehditte bulunan tutuklunun salıverilmesi, ülkede hukuksuzluğun içine düştüğü çürümüşlüğün bir diğer göstergesidir.

Twitter ile işlenen suçlarda kişiye göre davranan ülke hukuku, CHP İstanbul İl Başkanı Kaftancıoğlu’nun bilmem kaç yıl önce attığı Twittler nedeniyle aldığı 9 yıl 8 ay 20 gün hapis cezasının bir üst mahkeme tarafından, İstanbul seçimlerinin kazanıldığının yıldönümünde onaylanmasıyla bunun ürkütücü bir örneğini verdi.

Hafta boyunca hukukun kişiselleştirilmesi yeni boyutlar kazandı. Şu anda 80’e yakın gazetecinin hapiste tutulduğu ülkemizde, yine bu hafta 3,5 ay tutukluktan sonra ilk kez yargıç karşısına çıkabilen altı gazeteciden sadece üçü serbest bırakıldı. İçişleri Bakanı bir gazeteci-yazarı tehdit etti. Bir başka çok ilginç gelişme de MHP Genel Başkanının, tamamıyla kişiye özel bir yaklaşımla şu anda hapiste olan bir gazeteci-yazarın, yeniden yargılanmasını istemesiydi.

Tüm bunlar, gerçekte, adamına, daha doğrusu kişiye göre hukuk anlayışının ne kadar yaygınlık ve derinlik kazandığını kanıtlıyor.

Tarihin gerçeğidir; hukuk, kişiye göre bir özellik kazanırsa, onun adına artık hukuk denilmez.

Yaşanan, hukuksuzluğun karanlık bir haftasıydı.