Devleti aşağılamak nerede başlar, nereye kadar kabul edilir? Daha önemlisi, “devlete hakaret etmek, devleti aşağılamak” kavramsal olarak mümkün mü? Hukuken son 10 yıldaki birçok tartışmalı konu, bugün kristalize bir berraklığa kavuşmuş durumda, dolayısıyla artık çeşitli kanunları veya uluslararası mevzuatı karıştırmamıza gerek yok, yanıt açık: “Devlete hakaretin sınırlarını devlet belirler”. (Bu tabii ki her dönem böyleydi […]

Devleti aşağılamak nerede başlar, nereye kadar kabul edilir?

Daha önemlisi, “devlete hakaret etmek, devleti aşağılamak” kavramsal olarak mümkün mü?

Hukuken son 10 yıldaki birçok tartışmalı konu, bugün kristalize bir berraklığa kavuşmuş durumda, dolayısıyla artık çeşitli kanunları veya uluslararası mevzuatı karıştırmamıza gerek yok, yanıt açık: “Devlete hakaretin sınırlarını devlet belirler”. (Bu tabii ki her dönem böyleydi ve hukuk, kutsal ve değişmez metinlerden oluşan kanunlar manzumesi değil, iktidarın kavurduğu helvadır* her daim. Ama bugün yaşadığımız netlik de öyle tarihin her döneminde rastlayacağımız türden değil.)

Böyle mutlak bir gücün karşısında, daha önceden “sıradan cesur” diye tanımladığım ihraç edilmiş öğretmen, Bodrum sahilinde yaklaşık iki yıldır direnen Engin Karataş’ın bunca bir iktidarın karşısında dururken, hatta sırf durduğu için kendisini hakarete uğramış hissettirmemesi mümkün değildi zaten.

Engin Karataş her gün olduğu gibi kendi yazıp hazırladığı pankartlarla meydanda otururken, üç gün önce yine gözaltına alındı. Bu sefer pankartı da sakıncalı bulundu, üzerinde “Sevgili öğrencilerim halkımızı sevin, hükümete benzemeyin” yazıyordu.

Savcının talimatıyla hakkında, “Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, devletin kurum ve organlarını aşağılama” suçundan yasal işlem başlatıldı.

DGM döneminin yıldız kanun maddesi, 2000’lerin ortasındaki “demokratikleşme rüzgarıyla” izne bağlanıp unutulan “Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi/TCK 301” ile Engin öğretmen de muhatap oldu.

Bodrum Güvenlik Büro Amirliğinde de suçun ağırlığına uygun şekilde bir soruyla karşılaştı:

“Bu eylemi kim ya da kimlerin talimatıyla yapıyorsunuz? Bu tür eylemleri yapmanız için sizi yönlendiren illegal yapı/oluşum/platform veya örgütler hangileridir? Bu tür eylemleri yapmadaki amacınız nedir, açıklayınız?”

Devlet bu kez işi şansa bırakmıyor, bir meydanın kenarında pankartla oturmaktan ibaret, “İşimi geri istiyorum”dan başka talebi olmayan eylemin siyasi bir yapıyla irtibatını kurmaya çalışarak, bu tür eylemleri sonsuza dek “terör” parantezine almaya çalışıyor. O parantez bir kez açıldı mı, ne kapatmak mümkün ne içinden çıkmak.

Türkiye’de 1991’e kadar siyasi suç, sonrasında “terör” olarak anılmaya başlanan kavramla ilgili yedi yıl önce Hakim Orhan Gazi Ertekin ile konuşmuştuk, kavram o günden bu yana genişledi ama varlık sebebi aynı: “Anti-terör söyleminin ceza hukukuna taşınmasının sebebi, siyasal suça ilişkin toplumsal ve tarihsel derinlikleri, yekpare bir yapıya ve ‘şeytani bir organizmaya’ dönüştürme hasleti. Böylece, terör olarak adlandırılan şiddet eylemlerinin tarihsel ve siyasal bağlamı önemsizleşir. Siyasal amaçlar ile şiddet eylemleri özdeş hale gelir, ayrı bir devlet talebi veya yeni bir siyasal düzen iddiası da bir terör eylemi olur.”

Örneğin, bir örgüt ulaşımın bedava olmasını isterse, ardından bir kişi aynı siyasi talebi bireysel olarak dile getirdiğinde, en azından “örgütle bağlantılı olmamakla birlikte bilerek isteyerek yardım etmek” ya da en azından örgütün propagandasını yapmaktan suçlu bulunabilir. (Akademisyen davaları da dahil binlerce örneği var.)

Aynı mantıkla, bugün TCK 301, Emniyette sorulan sorulara bakılırsa yarın Terörle Mücadele Kanunu kapsamında değerlendirilmeye başlanabilecek “İşimi istiyorum” eylemlerinde açılan her pankart da “terör örgütü pankartı” sayılabilir. Ve yakın zamanda çalıştığı işle ilgili herhangi bir talebi yüksek sesle dillendirenleri kapsayabilir.

Selçuk Kozağaçlı’dan mülhem: “Hukuk diye helvadan put yapmışsınız acıkınca yiyorsunuz.”