Futbol ve tribün denince beraberinde taraftar grupları gelir

Futbol ve tribün denince beraberinde taraftar grupları gelir. Eskiden her tribünde bir grup olurdu ki günümüzde üç büyüklerin en kalabalık grupları da zaten o dönemin eseri. Gel gelelim  Tatangalar, Teksas, Şirinler, Gecekondu, Boz Baykuşlar gibi birçok renkli taraftar grubu da futbolu renklendiriyor.

Takım tutma ile başlayan aidiyet hissini güçlendirmek ve bağları kuvvetlendirmek adına bir taraftar grubuna üye olmak anlaşılır bir tavır. Fakat son yıllarda büyük kulüplerin “büyük taraftar” grupları çok daha fazla göz önünde ve haliyle çok daha fazla sivriliyor. Kulüp ve dönen ekonomi ne kadar büyükse dertler de o kadar büyük oluyor.

Kişisel olarak bu zamana kadar hiçbir taraftar grubuna üye olmadığım gibi çoğu zaman tekelleşmelerinden, kendilerini daha iyi taraftar sanmalarından, kendilerinden olmayanı dışlamalarından, kendi çaplarındaki “hemşoculuk”tan, “devrecilik”ten hep rahatsız oldum. Taraftar grubu büyüdükçe kraldan çok kralcı olmaları, takım için değil grup için hareket etmeleri; güçlerinin farkına vardıkça ezilenin yanında olacaklarına erkin peşinden gitmeleri hep itti beni. Tabii ki bir taraftar grubuna mensup her kişiyi aynı kefeye koymuyorum ama bugüne kadar gördüklerim bazı konuları genelleyebilecek kadar fazla. Zaten son yıllarda üç büyüklerin taraftar gruplarının, kulübün önüne geçmesi ve hatta kulüple anlaşmazlığa düşmesini sürekli konuşur olduk.

Bu grupların arasında en popüleri ve tanınanı şüphesiz Çarşı. Kendi takımım dışında Beşiktaş kapalısında hatırı sayılır zaman geçirdim. Dolayısıyla Çarşı’yı çok fazla gözlemleme şansı buldum.  Kendi dahil her şeye karşı olan muhalif duruşu ile kendinden olmayanların bile sempatisini toplayıp her hafta tribünde “bu sefer ne yapacaklar?” diye merak uyandıran, “Semt bizim, ev kira” naifliğinde bir taraftar grubu desek artık eksik olur ama yanlış olmaz sanırım.  Onlar  mazlumun yanında oldular: Hepimiz Etto’yuz, hepimiz Plütonuz, hepimiz ozon tabakasıyız, dediler. Sosyal sorumluluğu elden bırakmayıp aile içi şiddete karşı, çürük dişlere karşı, nükleere karşı oldular. Kansızlığa karşı olup kan bağışı kampanyası başlattılar, depremden sonra üşümeye karşı olup atkılarını sahaya fırlattılar. Bir duruşları vardı ve zaman zaman direksiyon hâkimiyeti kaçsa da olabildiğince yolda kaldılar.

Şimdi bu taraftar grubundan otuz beş kişi Gezi Parkı kapsamında “darbe girişimi” sebebiyle evlerinden alındı. Bir yıldır devam eden soruşturma kabul gördü, yani yargı bir avuç taraftarın “Arap Baharı” imajı yaratmaya çalıştığına,  hükümeti düşürmeye yeltendiğine, Başbakanlık çalışma ofisini işgal etmeyi planladıklarına ve silahlı örgüt kurduklarına inandı. Sonuç olarak “taraftarların” ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırmaları istendi.

İnsan gülsün mü ağlasın mı şaşırıyor. Bir yandan “Çarşı yapmaya çalışıyorsa darbe o kadar da kötü bir şey değil mi acaba?” diyesim geliyor.  Bir yandan darbe kelimesini hafifleterek sevimli hale mi getirmeye çalışıyorlar diye işkilleniyorum. Hiçbiri değilse o zaman kesin hükümetin yüksek katlarında “Cumhuriyet kurma işini Fenerbahçelilere bırakmayız” diyen birileri var.