“Bir de o acınası, açgözlü kişilere bak / ün, para hırsı gerektiğinde suç ortaklığına / maşalığa bile iter onları; gece gündüz demeden / mal mülk hesabı yaparlar kara bir tutkuyla / temelde ölüm korkusudur besleyen / içten kemiren bu açık yaraları.”

Hurafenin egemenliği sürerken…

Evrenin Yapısı -De rerum natura- adlı muhteşem eserinde büyük ozan Titus Lucretius insanın insanlığın durumunu evren içindeki yerini doğadaki varlığını var olmak ve yok olmak arasındaki kısa ömründe bilginin peşinden gitmenin erdemini anlatır. Ona göre insanın doğa içindeki varlığı bir mucizenin değil ama bir “sapmanın”, “maddenin beklenmedik kestirilemez bir hareketinin” sonucuydu. Lucretius sonsuz boşlukta atomların, o şeyler diyordu, birbiriyle çarpışmalarından meydana gelen bir evrenden söz ediyor. Milattan önce 90 yılında yani İsa’nın doğumundan neredeyse yüzyıl önce doğan Lucretius De rerum natura adlı uzun şiiri ile günümüze ışık tutar. O yıllarda dünyanın güneşin çevresinde döndüğü bilgisi yoktu. “Dönüyor işte” diyen Galileo Galilei Engizisyon Mahkemesi’ne yıllar sonra çıkacak, Kopernik tezlerini çok sonra açıklayacaktır. Görünene inanmak doğaldı. Ama görünenin içinde gizli olanı sezen Lucretius, bugünün modern dünyasında bile milyonların bağnazlığın karanlığında yaşadığını düşününce daha da büyüyor insanın gözünde.

Lucretius evrenin bir akıllı tasarım olduğuna inanmıyordu; kendimiz de dahil tüm varlıklar uzun bir süre içinde evrimleştiler; yaşadığımız gezegenin üstünde ne varsa onlardan göklerdeki güneşe kadar hiç bir şey ebedi değildir; doğdular, varlar ve günün birinde yokluğa karışacaklar; yalnızca şeyler, atomlar ve onların yarattığı evren sonsuzdur diye anlatıyordu.

“Evrenin esası bu olduğuna göre” diyordu Lucretius “dünya ve içindekilerin merkezi bir yeri olduğunu düşünmenin, insanı hayvanlardan ayrı bir yere koymanın âlemi yok; tanrılara rüşvet vermenin veya onları hoşnut etmenin bir umudu yok; dinsel taassubun, nefsi inkâr eden çileciliğe çağrı yapmanın yeri yok; sınırsız iktidar ve kuşkusuz güvenliğin hayalini kurmanın bir gerekçesi yok; ülkeleri ele geçirmek için savaşmanın veya egoyu tatmin etmenin bir mantığı yok; doğaya karşı zafer kazanmanın imkânı yok; şekil ve suretlerin durmadan oluşu, yok oluşu ve tekrar oluşundan kurtuluş yoktur.”

Böyle anlatıyor Lucretius’u Sapma adlı eserinde Stephen Greenblatt. (Can Yayınları, Çeviri: Suat Tüzün)

LUCRETİUS’UN ÇAĞLAR AŞAN UZGÖRÜSÜ

Lucretius’un büyüklüğü çağlar aşan şiirinin bugün modern dünyanın biliminde çoktan aşılmış olan bilgiyi yaklaşık 2100 yıl önce büyük bir bilgelikle dile getirmiş olmasından ibaret değildir. Bizim şu modern dünyamızda hâlâ hurafeyle boğuşuyor, hâlâ aşkın, sevginin, tutkunun temelindeki insani özü kavrayamıyor, kötülüğün inatla egemen olmaktaki ısrarıyla mücadelede sürekli yeniliyorsak, Lucretius’a daha çok başvurmamız, 2000’li yıllarda neden bu kadar geri kaldığımızın hesabını kendimize ve yolu tıkayanlara sormamız gerekmez mi? Lucretius’un uzun şiirindeki zaman geçtikçe değeri artan görüşlerini karanlığı savunanların yobazlıklarıyla, safsatalarıyla karşılaştıralım öyleyse.

Ne diyor Lucretius?

“Her şey görünmez parçacıklardan oluşur” diyor. Yunan filozoflarının bölünmeyen anlamındaki atom sözünü tercih etmiyor, onun yerine ilk şeyler, tohumlar, maddenin cisimleri demeyi tercih ediyordu. Bugün bölünemez atomun çoktan bölünmüş parçalanmış olduğunu dikkate alırsak, Lucretius’un sezgisinin atomcu filozoflardan bir adım önde oluğunu da kabul etmemiz gerekecektir. Bizim ise hâlâ tarikatların karanlığından kendimizi kurtaramadığımızı nasıl unutabiliriz.

Ne diyor Lucretius?

“O şeyler, diyor ebedidir; sınırları başı ve sonu belli, bağımsız bir varlık olmayan zaman sonsuzdur.” Öyleyse bu sonsuzluğun içinde çelişkilerin verimli bir dünyasında yaşıyoruz biz. “Şurada kazanırken / yaşama gücü, bakıyorsun yenik düşüyor şurada / Ağlarken, yas tutulurken bir yanda / gözlerini güneşli dünyaya açan bebelerin / çığlıkları karışıyor ağıtlara / gün geçmiyor ki, gece geçmiyor ki karışmasın / bu bebe çığlıkları ağıt seslerine / acıyla sevinç çatışmasın birbiriyle” Bu yalın düşüncelerin bu diyalektik hakikatin izini sürüyor mu insanlar? Doğayla cebelleşirken hangi tersliğin içinde kıvranıp duruyoruz?

Ne diyor Lucretius?

Diyor ki; “evren insanlar için ve insanlarla ilgili olarak var olmadı.” Kendimizi bu kadar merkeze koymamızın, dünyanın bizim için döndüğünü, evrendeki tüm hareketin bizim için gerçekleştiğini, doğanın bize hizmetten başka bir görevi olmadığını düşünmek ne kadar zavallıca ne kadar sapkın bir düşüncedir. Kimilerinin kendilerini merkeze yerleştirip oradan herkese emirler yağdırmasındaki tuhaflığı bir yana bırakın, insanlık kendisinin geleceğinin garantisi olmadığını, hele böyle giderse kaçınılmaz sonun daha da yaklaşacağını bilmiyor mu? Biliyoruz ama bu gerçek, gerçeklerden hiç hoşlanmayan ve egosunu süresi beslemekten başka bir şey düşünmeyenler için dikkate alınması gerekmeyen bir gerçektir. Dünyanın da Güneşin de yakınlardaki yıldızların da doğduklarını, öleceklerini biliyoruz, ışıkları bize ancak ulaşan kimi galaksilerin çoktan yok olup gittiklerini, yerlerini başka genç yıldız ve gezegenlerin doldurduğunu bilmiyor muyuz?

TANRILARA VERİLEN RÜŞVET

Ruhumuzun bedenimizin bir parçası olduğuna inanan Lucretius ‘beden ölünce yani madde çözülünce bedenin bir parçası olan ruh da ölür” diyordu. Doğal olarak insanlar, öldükten sonra kendilerini bir şeylerin beklediği düşüncesiyle hem teselli bulmuş hem de kendilerine eziyet etmiştir. Hurafelerin biçimlendirdiği dinlerin özlem ve korkularımızdan beslendiğini biliyoruz artık. Sahip olmak istediğimiz güç ve güzelliği, kusursuz güveni elde etmek için bizde olan o özellikleri tanrılara bu nedenle armağan ettik. Sonra da onların zalimliği ile baş edemeyince boyun eğmekten başka çare bulamayınca bir tür rüşvetten başka bir şey olmayan kurbanlar vermedik mi? Agamemnon Truva’ya düzenlediği sefer için yelkenleri rüzgârla dolsun diye sevgili kızı Iphigeneia’yı tanrıça Artemis’e kurban etmedi mi? Bundan daha büyük zulüm olur mu? Bu mitolojinin gerçek olmadığını söyleyebilirsiniz ama gününüzde her gün benzer kurbanlar gazete sayfalarını karartmıyor mu?

Ne diyordu Lucretius?

Milattan önce 50’li yıllarda, “Melekler şeytanlar ve hayaletler yoktur” diyordu. Hangi türden olursa olsun maddi olmayan varlıklar yoktur diye yazıyordu; insan başlı kuşlar, iblisler, periler, cinler yoktur, unutun onları, kendinize hayatı zehir etmek istemiyorsanız. Epikuros’un izinden giden Lucretius, insanın doğal gereksinimlerinin basit olduğunu bu gereksinimlerin sınırını görmemek insanları bencilce boş bir mücadeleye sürükler, şiddetle peşine düştüğü lüksün çoğu anlamsızdır; sağlığı, mutluluğu artırmaya yaramaz diyor, “kaba dokumalarla yatacağına/ nakışlı yorganlar atlaslar altında çırpınsan hummanın ateşiyle / sanma ki daha çabuk bırakır nöbet seni” diye yazıyordu. İnsanın mutluluğunun baş düşmanları aşırı arzu, doğanın izin verdiğinden daha fazlasına tamah etmektir; salgın bir hastalığın bile en feci yanı acı ve ölüm değil korku ve telaştır diye uyarıyordu. Biz de hâlâ içinde çırpınıp durduğumuz pandemide bu korkunun baskısıyla olmadık yasaklara itirazsız evet demedik mi?

***

İşte geldik şiirin sonuna, ufkun arkasına, aynanın sırrına, gecenin örtüsüne, yalan dolanla iş görenin kamburuna: “Bir de o acınası, açgözlü kişilere bak / ün, para hırsı gerektiğinde suç ortaklığına / maşalığa bile iter onları; gece gündüz demeden / mal mülk hesabı yaparlar kara bir tutkuyla / temelde ölüm korkusudur besleyen / içten kemiren bu açık yaraları.” İşte şimdi biz de görüyoruz açık yaralardan akan irini, her biri kendini kurtarmak için ötekinin sırrını anlatırken, pisliği görmemek için gözlerimizi mi kapatsak, yoksa üstüne mi gitsek hurafeden güç alan rezilliğin…