Harfler vardı. Sessizliği bölen. Gökten inen Türklerle tarlasını çevirip yerleşik hayata geçen uygarlar arasında nice at koşarak telef oldu. Harfler mi? Önceleri ok ve yay arasında durdu. Tarlaya indi. Sonra toprağı çapaladı

Hurufat Meclisi

Şeref Bilsel

Yalnız kuşlar uçuyordu. Kuşlar yalnız uçmuyordu. Gökyüzü kuşların altındaydı. Kuşlar, harflerin altında. Gökyüzünün altında taşlar. Dinledim taşların içini. Bezgin akışını suların dinledim. Boşluğu duydum. Heves ettim sese. Geceyi verip kâğıt aldım. Gümrah kâğıtları duydum. Duyduğumun içine kuruldum, dizlerimi göğsümde toplayıp.

Ağır kâğıt. Su almış, güneş emmiş sonra. Rüyamda bir Çinlinin sabah uyandığını gördüm. Sonra kendimi. Elimde kâğıtlar vardı. Sabahı, kâğıt olarak duydum. Amerikalılar okumayı sevmez, saldırmayı severler, plastik zamanları bitene dek saldıracaklar. Suud’lar ne okumayı ne saldırmayı becerir; korunmak isterler, hıfz ederler bir de. Parmaklarını keserler sahife çevirenin, Arapça sağdan sola yazılmaz orda; zevkten, kibirden sola doğru işler. En çok ‘vav’ harfi yakışır onlara. Kendi içinde eğilmek ayaklara doğru. Her yerde ses vardı. Sesin içinde ses…Sabah rüzgârının boşluğa yakarışı doldu kâğıda. Bir parça yağmur kâğıda karşı durdu. Arada pencere yok, pervaz yok; dünya, kâğıtla gözlerimin arasında. İçime işleyip durdu tarihin yazıyla küslüğü. Ellerim, harflerin boşluğunda sallanıp durdu. Ne çok dinden, alfabeden geçtik; en çok Arap güneşi altında bronzlaştı sesimiz. Yıkılmış bir padişahlığın üzerine titreye titreye kurulmuş Cumhuriyet’in yeni kalebentleri en çok Kralları yakın buldu kendine. Şükür ki ‘iki ayyaşın’ iki mezar taşı olmadığı bu memlekette koltuk altlarımızı, kasıklarımızı sileceğimiz kâğıt, beynelmilel atmosferlerden kar gibi sessiz iniyor tuvaletimizin önüne! Kâğıt yoksa, cam yiyin diyorsa memleket yapacak çok şey var demektir.

Harfler vardı. Sessizliği bölen. Gökten inen Türklerle tarlasını çevirip yerleşik hayata geçen uygarlar arasında nice at koşarak telef oldu. Harfler mi? Önceleri ok ve yay arasında durdu. Tarlaya indi. Sonra toprağı çapaladı. Bir ses duydu, sese döndü içini. Ses aldı, ses verdi. Zamanla kendi biçimini buldu. Evlere, sokaklara, içi olan her yere dadandı harf.

Sonra acıyı tanıdı, hasrete uğradı, aşkla çatırdadı, ölümü anlatmak istedi ölmeden. Böyle böyle söze döktü içini. Koşup geldi sözcük. Sözcük deyip geçmek için bile sözcük lazım insana. İnsafa gelene, isyan edene, isim koyana, istimden dönene sözcük. Sözcük, doksan dokuz hâlde Allah’ın yüzünü görmüştür. Kelime şehirle çarpışarak parçalandı. Medine kaldı orda. Kelem(diken)’i, kelâmı, kalemi de yanından ayırmadı. Sonra kelime şehre, sözcük kente devretti iradesini. Gidip büyük suda ellerini yıkadı söz. Önce geçmişin avazını getirdi, avluya yaydı. Sonra uzaklara baktı. Cümlemize söz verdi. Bazıları tümce dedi, ayazda kaldı. Tüm, tümen. Osmanlı’dan kalan borçları taşıyan madeni paraları Batı’da tümletmek. Tümünüzün… İleri gittik, insan geride neler bıraktığını böyle görüyor bazen. Silerek değil, bakarak; ama silgi diye de bir şey yok mu? Kâğıdın değerli bilindiği vakitlerden kalma. Sil, yeniden yaz. Hata yap tekrar dene. “Tekrar yenil” bahsi açılmadan önceydi bunlar. Rakıya yeni oturan gençlerin ağzına dolan kusmuğu- yeniden başlamamak ve başladığı yerdeki söze muhatap kılınmamak için- yuttuğunu sadece ben görmüş olabilir miyim? Sadece çocukluğun değil, gençliğin de ‘olay’ları bitti. Sadece çocuklar değil gençler de birer vak’aya dönüştü bizim çocukluğumuzun ve gençliğimizin karşısında. Silgi mi diyorduk! Dönem ödevi – yarım asır gibi bir şeydi- kalıplı, dik, disiplinli bir küçük sürgün dönemi. Silgi mi diyecektik. Silmekten silgi, yazmaktan yazgı, görmekten görgü, vurmaktan vurgu mu? Sanmıyorum.

Sanmaktan niye sangı olmasın o vakit! TDK’den düzenli maaş alıp arada işbaşında oldukları gözüksün diye değil, gerçekten işlerinin ehli oldukları belirsin diye sözcükler üzerinden ‘öğe’ niye ‘öge’ olmasın kardeşim! Artık kusarken de ‘öğğğğğ’ vs yok artık ‘ögggg’… Buna dikkat! Birkaç yıl sonra ‘sığır’a da ‘sıgır’ diyebiliriz!!! Silmeyelim bunları, ama silgiden söz açalım.

Elinde silgiyle koşan çocuk, sana aldırma demiyorum. Yetişemezsin diyorum. Kirletilmiş evleri, sokakları, kırları silmeye koşan çocuk. Bizim göğsümüzden kabarmış doğruları silmeye koşan çocuk. Annesi ölene dek avluda zıplayan çocuk. Sana silme demiyorum. Ya ne diyorum: Git güneşlen acının yamaçlarında... Sesini örsele. Dünyaya düş. Hiçbir şey, okuduklarında anlatıldığı gibi abartılı değil dünyada, İlhan Berk bile! Buraya bir ‘virgül’ koyalım artık. Virgül: Dizlerini göğsünde toplamış nefesini tutan çocuk, daha ileriye atlamak için. Çocuktur, ne yapacağı bilinmez. Kalem bulsa, yazı yazacak belki, ama kâğıtlara değil, dünyaya. Yanında çocuk olan anne- babası biliyor oysa, virgülsüz sokağa çıkılmaz.

Bitmesin cümlenin arzuladığı, hızlanmasın dizenin göz göze gelmek isteği, konuşmasın evde duvarın sessizliği diye yürür kâğıtlara virgül. Yürür kırlara, kırılmalara, kardeşler arasına sokulan dünyaya. Âşık ol Mecnûn gibi deli olma! der biri. Virgül sırtüstü yatıp erik çalan çocukları seyreder. Akşamdır; sular konuşur, bitkiler acıkır; gökyüzü, kirlenmemiş kâğıtlara doğru alır başını gider. Bir taşra pavyonunda tuvalet bekçiliği yapamayacak insanlar gelir ve size ‘şurada dur’ der. İşte ‘dur’ demez kâğıtsız da olsa yazı yeniden depreşir. Şöyle artistik bi cümleyle bitirelim, belki şiire yeniden başlayacaklara kerteriz olur: Ben yıkmanın bilincine vardım. Tadını duydum uzak rüyaların. Yükseldikçe toprağa doğru eski görüntülerle yan yana, beni terk eden sesler içinde kaldım.