“Ortadoğu”: Burada ve buradan geçmeyen ne var acaba? Geçen de geçmeyen de her şey biraz Ortadoğu’dur, herkes biraz Ortadoğulu’dur. Hüseyni de ortasında, doğusunda, batısında, neresinde olursak olalım, onun kederini taşır. Kederimiz alışıldık olandan biraz farklıdır

Hüseyni bir kederle

Bulunduğumuz yer, geldiğimiz yer midir? Buraya gelmek nelerden ötürüdür? Güz yapraklarının bile, üstelik coşkun akan selde, hızla esen yelde, o kadar savrulmadığını bilmiyor muyuz? O kadar, ne kadardır? İnsan kadar.

Gelmiş de bulunabiliriz. Bulunduğumuz yere gelmiş de olabiliriz. Geldiğimiz yerde durmayışımız, artık bulunmayışımız da mümkündür. Yerin ne önemi var? İnsan bazen ‘yok-yer’e de gelmiş olabilir, bazen çok yere de bakmış, gitmiş, durmuş olabilir…

Olsun. Yeter ki benim gibi sözü yormasın, harfleri gevşetmesin, çıksın ve “özde ben bir insan olmaya geldim” desin.
Bir kez daha o günlerdeyiz, “Hüseyni” günlerde. İnsanın insana neler yaşatabileceğini ilk gösterdiği günler. Zaten sözünü ettiğimiz canlı türünden, insandan başkası da kendi türüne ya da diğer türlere o kadar zulüm yapmıyor, yaşatmıyor. Ne din ne mezhep kavgasıyla açıklanabilecek bu kanlı cinneti acıyla hatırlıyor, yasımıza durmadan yeni yaslar eklendiği için de “yas zengini” bir kavim olarak, kapkara bir matem içinde kavrulup yanıyoruz. Tek mirasımız gözyaşı, tek o kurumasın diye, nefesimizle de acının ateşini harlı tutmaya çalışıyoruz.

Bir de “Hüseyni hüzn”ümüzü elbette, “Hüseyni bir kader”den gelen “Hüseyni keder”imizi koruyoruz. Çünkü “özde ben bir insan olmaya geldim” arzusunda, o insanı yola, yolu yola, canı cana bağlayan inanç vardır. Keder bir burukluk olarak, bir içsızısı, bir mazlumluk olarak sürer. Bilinir ki kederin kapısı bir kez açılmıştır ve bir daha kapanmaz. Bize de keder yol olmuştur. Nasıl Hüseyin’in gözünde bir damla gözyaşı ışık gibi duruyor, parlıyor, yolumuzu aydınlatıyorsa, keder de gönlümüzde bir yoldaş, bir musahip, yol kardeşi gibi saklıdır, derindedir. Bu keder “insanlık çağı”nın gelecekte olduğunu bildiren bir umut, bir işarettir öte yandan. Şairin işinin umutsuzluk olması gibi. Keder de, hiç yaşanmamış bir çağın, belki insan daha insan olmadan önce yaşanmıştır, insan insan olduktan sonra bir ‘insanlık çağı’nın yaşandığını söylemek güç, yaşanması için dolan, biriken bir pınardır. Bir kaynak, ışığı gözyaşıyla yıkanan, parlayan.

“Amor fati”, kaderini sev. Hüseyni kederin bizde uyandırdığı duygu da buna benziyor, kederini sev. Kederini sevmek şiire götürür, şiir getirir, şiir olur. Kederin bir şiir hali ya da şiirin bir keder hali olmasında o Hüseyni duygu da vardır. Turgut Uyar’a Cemal Süreya’ya da uzanır. Uyar, “Susuzluk’a” şiirinde o hali, hüseyni hal ve yol kardeşiyle birlikte hatırlar ve anar: “hatırlanmış bir gül ben de hatırlarım kolaydır/ölmüş mü ölmemiş mi hüseyne hasana gel/…/hüseyin de öldü hasan da öldü ölür/ölen ve dirilen o bitmez insana gel”. Uyar’ın ‘bitmez insan’ı ‘yeni insan’dır. Hüseyin suretinde olmuş, ölmüş ve dirilecek olan, ‘insanlık çağı’nı başlatacak olan insan. “Terleyen” şiirinde de yeni insanlığın ateşi görülür: “hüseyinin hasanın ateşini bir humma gibi duyup/bir çöl susuzluğunu ve aşkı anar gibi terleyen/…/yeni insan sensin, eski kanların her şeye alışık çünkü/ kırk bir basamaklı bir merdivenden iner gibi terleyen”.

Hüseyin: Ruhu güzel, mayası sağlam, küçük sevgili, “cennet gençlerinin efendisi”. Bitmez insan. Bedeni toprağa, ağzı suya, gözleri göğe ve kalbi sonsuzluğa karışalı, kavuşalı çok olmuş, ama güzel suretinin sırrı olarak ruhu bizim için burada. Devriye geleneği. Ruhu Tanrıya kavuşmadan önce bir zaman bizimle kalmak istemiş, önce cansızlara erişmiş, sonra tabiata, nebata, hayvanata ve insana, en sonunda da “insan-ı kamil”e geçmiş. “İnsanlık Çağı” başlayıncaya kadar da bizimle kalacak gibi. O çağ başlasa da hüseyni ruh da huzura kavuşsa! Her şey basit, kolay ve anlaşılır, ulaşılır, paylaşılır olsa…

Cemal Süreya’nın “Ortadoğu” şiirinde dediği gibi olsa ezcümle: “Biz kırıldık daha da kırılırız/Doğudan Batıya bütün dünyada/Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer/İki ciğer arasında bağlantı kurar/Büyür, bir gün, zenginleşir orada,/Çünkü Ali’yi dirilten iksir de saklı/Hasan’a sunulmuş ağuda/…/Biz kırıldık daha da kırılırız/…/Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.”

“Ortadoğu”: Burada ve buradan geçmeyen ne var acaba? Geçen de geçmeyen de her şey biraz Ortadoğu’dur, herkes biraz Ortadoğulu’dur. Hüseyni de ortasında, doğusunda, batısında, neresinde olursak olalım, onun kederini taşır. Kederimiz alışıldık olandan biraz farklıdır. Hiç geçmez. Geçmez ama her günümüz de gözyaşıyla geçmez. Gözyaşımız, nehirlerin birbirine kavuştuğu bir delta oluşturur. Kimi durgun akışlı, kimi coşkun akışlı nehirlerdir bunlar, kimine sevincin gözyaşları karışmıştır, kimi baharda kışta akan kanlı yaşlarla taşmıştır. Kederimiz nehirlerimiz gibidir. Burada ağlarız, şurada güleriz. Taşıyamayız çünkü. Ölüm bunun için vardır, taşıyamadığımız ne varsa, kendimiz, acımız, sevincimiz ona yükleriz. Ölüm olmasaydı sevinç de olmazdı acı da! Keder olmasaydı nehirler suya sayılırdı yalnızca ve Hüseyin susuzluğa.

Hüseyni için uzun uzun yazdığıma bakmayın. Yazı bile bu düzlüğe itiraz ediyor ve bir şiir olarak sürüyor. Bir de Cemal Süreya’nın “Ortadoğu”sunda o okumaktan, iki yazının birine almaktan bıkmadığın bölümü nasıl unutursun diye soruyor: “Biz kırıldık daha da kırılırız/Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü/Hırsız da bilmiyor çaldığını/Biz yeni bir hayatın acemileriyiz/Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor/Şiirimiz, aşkımız yeniden,/Son kötü günleri yaşıyoruz belki/İlk güzel günleri de yaşarız belki”.
Aylardan eylüldür, yasımız Kerbela’dır, kederimiz hüseynidir, matemimiz Muharrem’dir, aşuremiz yetmişikibuçuk milletedir. Yanlış oldu, buçuk olur mu hiç, yetmişüç milletedir, diledir, dinedir, dinsizedir, mezhebedir, kültüredir, yaratılmış herkesedir. Kinimiz yoktur, efkarımız vardır. Hüseyni kederimizde acı da vardır tatlı da, susuzlukla başlayan kanlı yaşımız, aşureyle ağız tatlılığıyla sona erer. Yalnızca ağız tatlılığı mı, dil tatlılığı, gönül tatlılığı, göz tatlılığı, bakış, görüş, duyuş, düşünüş tatlılığı içindir aşure, en çok da paylaşmak içindir. “Özde ben bir insan olmaya geldim” demenin, hayvan, ot, bitki olmak anlamına da geldiğini unutmayanlar içindir.

2004 yılında yazdığım ve “kalbi temiz Mahmut”a, yani Mahmut Temizyürek’e adadığım “Kalbi Hüseyni” şiirimin son dizeleri: “Auschwitz’den sonra da yazılmalıymış şiir, Sivas’tan/sonra da, çünkü şiir çöldür bize ve her Muharrem’de kanlı/su yerine geçer, İmam Hüseyin ve kalbi doluların aşkına,/unutmak düzyazıdır, şiirse şehitlerin çığığı: Bir yudum su/istemeden bekleyenin muzaffer yenilgisi, Tuz Günleri,/Kanlı Düğün ve ‘Biz kırıldık daha da kırılırız’ suçsuzluğu,/ çocuktum, çölde okudum masumlarla ve çok susadım,/babaannem su verdi almadım, bir cümleden de şehit olurdu/ insan ve ne yazsa şair olmak istemezdi Kerbela’dan sonra,/olmasın, Kerbela’nın şiiri kalbimde hala, ve çöl sürüyor:/ Hüseyin Kerbela, Lorca Granada, Behçet Sivas, Deniz Ankara…”

Hüseyni bir kederle: Nazlı babaannem “adına kurban olsunlar” derdi, Hüseyin çok. Çok da, biz şiir yazana değil, şiir olana Hüseyin deriz.