Kimine göre sinemanın asi çocuğu kimine göre dahisi olarak gösterilse de o, ilk filminden başlayarak sinemada kabul görmüş tüm uylaşımları yıkan ya da dönüştüren sinema diliyle günümüzün en tartışmalı ama aynı zamanda en yenilikçi sinemacısıdır.

Huzursuz edici ve tabuları yıkan bir yönetmen: Lars von Trier
Fotoğraf: IMDb

Emine Uçar İlbuğa

"Yönetmen olmasaydım kendi filmlerimi izlemek istemezdim" diyebilecek kadar kendisiyle de tartışma içinde olan 66 yaşındaki yönetmen Lars von Trier uzun yıllar anksiyete, depresyon gibi rahatsızlıklarla mücadele etti. Lars Von Trier komünist ve Yahudi bir aile de büyüse de biyolojik babasının Alman kökenli olduğunu annesinin ölümünden kısa süre önce öğrendi ve gerçek babası ile iletişim kurma çabalarının sonuçsuz kalması hayatının önemli bir dönüm noktasını oluşturdu. Birçok röportajında; “hayatın kendisi için bir cehennem ve “bundan sonra daha nasıl kötüleşebileceğini anlamayacak kadar huzursuz ve kötümser” olduğunu söyledi. Bugünlerde Parkinson teşhisi konulan yönetmen hastalığa ilişkin tedavi sürecine başladı ve üzerinde çalışmakta olduğu Ghosts adlı dizinin 3. sezonu için çalışmalara devam ediyor ve bu süreçte sınırlı röportajlar vereceği prodüksiyon şirketi Zenteuropa aracılığı ile duyuruldu.

Kimine göre sinemanın asi çocuğu kimine göre dâhisi olarak gösterilse de o ilk filminden başlayarak içerik, teknik ve anlatı yapısıyla sinemada kabul görmüş tüm uylaşımları yıkan ya da dönüştüren sinema diliyle günümüzün en tartışmalı, ama aynı zamanda en yenilikçi sinemacısıdır. Onun filmleri kara film, melodram, erotik-dramdan korkuya uzanan geniş bir yelpazede hem tür sineması hem de sürrealizm ve dışavurumculuğa uzanan avangart ve deneysel kaynaklardan beslenir.

Günümüz sinemasında filmleri kadar söylemleriyle de en çok konuşulan, tartışılan bir isim olan Trier 2011 yılında Cannes Film Festivali’nde basın toplantısında yaptığı konuşmada “ben bir Naziyim” dedi ve Cannes’da istenmeyen isim olarak tarihe geçti. Ancak o bu tartışmadan çok etkilendiğini ve tamamen yanlış anlaşıldığını, böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, yaptığı şeyin bir ironiden ibaret olduğunu söylese de bu söylem onun üzerine yapıştı. Filmlerinde ve yaşamında tabulara yer olmayan ve filmleri içerdiği şiddet nedeniyle sık sık eleştirilen yönetmenin en son 2018’de Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yaptığı “Jack’in İnşa Ettiği Ev” filmiyle yine izleyicileri filmi ayakta alkışlayanlar ve salonu terk edenler olarak ikiye bölmeyi başardı.

Lars von Trier, filmleri öncelikle kendisi için bir terapi özelliği taşır ve çocukluğundan beri panik atak ve depresyondan muzdarip biri olarak filmlerinde şeytanlarla, şiddetle, korkuyla mücadele yanında izleyenlere de rahatsızlık vermek önem taşır. İlk filmlerinden itibaren özgür bir sinema anlayışı ve belirli sinema biçimleri ve katı normlardan uzak duran bir tavır sergiler. Trier için sinema bir anlamda önemli sığınak, yüzleşme alanı ve bir tür şeytan çıkarma ritüeli gibidir. O filmlerinde provakatif bir dili benimser ve tabuları yıkmayı dener. Dogma 95’in çıkışı da hiç şüphesiz sinemaya bir başkaldırıdır ve bir anlamda sinemayı ticari alandan çıkarıp sanatsal anlamda ön planda tutmak adına bir kurtuluş hareketidir. Bu manifesto ile saf, arı sinemanın yanından kolektif çalışarak doğaçlama film yapmak ve filme imza atan yönetmeni merkeze alan, ticari kaygılarla üretilmiş ve biçimin ön planda olduğu filmlere bir tepki ortaya konulur. Dogma 95 manifestosunun şiarı “masumiyetin sinemasıdır” ve yapmacıksız, sade ve otantik bir sinema arzu edilir. Böylece bu manifestoya imza atan üç yönetmen sırasıyla kendi yazdıkları yasalara uygun filmlerini çekerler. İlk film bugünlerde izleyici ile buluşan “Druk” (Körkütük, 2020) filminin de yönetmeni Thomas Vinterberg tarafından Dogma1 “Das Fest” (Şölen, 1997) adıyla çekilir. Dogma 2 Lars von Trier’in “İdiots” (Gerizekalılar, 1998) ve Soren Kragh-Jacobsen’in çektiği Dogma 3 Mifune (1998) ile devam eder.

Lars von Trier hazır senaryonun çok az bölümüne sadık kalarak çekmiş olduğu “Gerizekalılar” filminde daha çok doğaçlamaya yer vermiş ve kendisi de filme el kamerası ile eşlik etmiştir. Filmin dayandığı nokta ise her tür ideolojiden arındırılmış insanların korunduğu ve keşfedildiği, doğaçlama yaşanan ve deneye katılanlara yardım edilen bir atölye olmasıdır. Film çekimi tüm oyuncuların büyük bir köy çiftliğinde birlikte yaşadıkları bir ortamda gerçekleştirilir. Bununla birlikte Lars von Trier imza attığı manifestonun kurallarını 2000 yılında çektiği ve ünlü müzisyen Bijörk’ün başrolünde oynadığı “Karanlıkta Dans” filmi ile yıkmaktan çekinmez ve kurallara ve normalara karşıtlığı kendi yazdığı manifesto için de geçerliliğini korur. Yönetmenin suni ışık ve effektlerle, tanınmış sanatçılarla yaptığı bu müzikalde dogma kurallarına sadık kaldığı tek şey ise video kamerasıdır. Cannes film festivalinde oldukça yüklü bir bütçe ile çektiği “Karanlıkta Dans en iyi film, en iyi oyuncu dışında, teknik alanda da iki ayrı ödül kazanır.

Lars von Trier’in filmlerini genellikle üçlemeler üzerinden sınıflandırmak mümkün. 1982’de çektiği mezuniyet filmi (Images of a Relief) ilk Avrupa üçlemesinin habercisi gibidir ve Danimarka sinemalarında gösterime giren ilk öğrenci filmidir. 1984’de tamamladığı Suç Unsuru (1984), Salgın (1987) ve Avrupa (1991) filmleri bir bütün olarak Avrupa Üçlemesi adıyla bilinir. Bu filmlerde salgın hastalık, cinayet, suç ve savaş gibi konular üzerinden Avrupa tarihinin bir eskizi çizilir.

“Altın Kalpler” olarak bilinen bir sonraki üçlemesi kadın kahramanları merkezine alır. Saf iyilik ve naiflik temalarıyla nereye kadar iyilik sorusu üzerinden kişiyi trajik sona götüren ve üçlemeye kaynak olan Grimm Kardeşler tarafından derlenmiş “Yıldız Parası” adlı masalın Trier tarafından yeniden yorumlanmasına dayanır. Altın Kalpler üçlemesinde Bess (Dalgaları Aşmak), Karen (Gerizekalılar) ve Selma (Karanlıkta Dans) gibi koşulsuz, şartsız sadakat besledikleri sevdikleri insanlar için kendilerini feda eden idealist kadın karakterlerin trajik yaşamları sorunsallaştırılır.

Amerikan üçlemesi Dogville (2003) ve Manderlay (2005) ise Trier’in sinema kariyerinde özellikle epik tiyatro sahneleme tarzıyla öne çıkar. Filmler gerçek mekânların dışında, gerçekte var olmayan sadece film için oluşturulmuş stüdyo ve dekorlardan ibaret kurmaca mekânlarda geçer. Amerika: Fırsatlar Ülkesi Üçlemesi’nin üçüncü filmi Washington henüz çekilmemiştir. Franz Kafka’nın aynı adlı romanını okuduktan sonra Amerika üçlemesini çekmeye başlayan Trier Dogville ve Manderlay’de içerdekiler ve yabancılar arasındaki gerilimli dinamiği ve içselleştirilmiş tahakküm biçimlerini sorgular.

Trier’in Depresyon üçlemesi Deccal (2009), Melankoli (2011), İtiraf 1 ve İtiraf 2 (Nymphomaniac 2013) yönetmenin depresyon tedavisi sürecinde hastanede kaldığı dönemde kişisel deneyimlerinin sinematik olarak dışavurumudur. Hatta bir anlamda Lars von Trier’in depresyonla bir tür mücadele etme biçimi ve terapisi olarak yorumlanabilir.

Lars von Trier’in son filmi “The House That Jack Built’te (Jack’in İnşa Ettiği Ev, 2018) seri cinayetler işlemiş, obsesif kompülsif davranış bozukluğundan ve aşırı titizlik hastalığından muzdarip Jack adlı bir seri katilin kendi yaşam öyküsünün içinden on iki yıla yayılan beş cinayeti içeren bir kesiti öykülemesinden oluşuyor. Film boyunca seyirci Jack ve Verge’ün arasındaki konuşmalara Jack’in öyküsü ve bu öykülere ilişkin tarihi, felsefi tartışmalara tanıklık etmektedir. Trier’in bu filmi gerçek hayattan, sinemaya, müzikten, resim, heykel ve mimariye uzanan bir imajlararasılık inşa ederek kurgulamıştır. “Jack’in İnşa Ettiği Ev” filminde de izleyiciyi tahrik etmeyi hem filmleriyle hem de kişisel yorumlarıyla sansasyon yaratmayı başaran Trier bu filmiyle de sinemasal anlayışının bir savunusunu yapmayı dener.

Sonuç olarak Lars von Trier sinemasına akademik çerçeveden bakıldığında çok az çalışmaya rastlanır. Oysa Lars von Trier’in filmleri ve sinema anlayışı hem saf sinemaya dönüş amacıyla Thomas Vinterberg ile birlikte hazırladıkları Dogma 95 Manifestosu hem Hollywood’a yönelik sert eleştirisi, filmlerinde izleyici ile kurduğu ilişki, telkin ve manüpulasyon yanında kışkırtıcılığı ve kendine özgü sinema dili ile adını sinema tarihine yazdırmış bir yönetmen olduğu kabul edilmelidir.

Yararlanılan Kaynaklar:

Ş. Aydın; E. Uçar İlbuğa (2020). “ Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet ve İmgeler arasılık:The House that Jack Built Örneği” SineFilozofi (2):227-245.

E. Uçar (1999). “Sinemada Dogma” Radikal Cumaertesi.