25 lirayı aşan alışverişlerde bu deterjan 10 liraya düşüyor ister misiniz?” dedi. “Hayır” dedim “Teşekkür ederim. İhtiyacım yok”. “Ama her gün huzursuzluk satın alıyorsunuz bir yandan, ne olur bunu da alsanız”. “Anlamadım” dedim. Diğer müşteriler duymasın diye kulağıma eğilerek söyledi. Fısıldayarak. “Anlamayacak bir şey yok, siz okumuş bir abiye benziyorsunuz. Bütün bir alışveriş huzursuzluk üzerine inşa edilmiştir. Para alıp verilen, merkezinde para olan her iş, her ilişki huzursuzluğunun asıl kaynağı. Bunca huzursuzluğun içinde şu deterjanı almanızın ne gibi zararı olabilir ki size?”. “İhtiyacım yok” dedim. “Yapay ihtiyaçlarla yaşıyoruz. Yapay ve plastik ihtiyaçlarla yönlendiriyor, yönetiyoruz hayatımızı. Yaşadığımız hayatta ihtiyacımız olmayan tek şey kendimiziz. Eğer ücretsiz deseydim, ihtiyacınız olmasa da alacaktınız, biliyorum. Ücretsiz olan her şey, ihtiyacınızmış gibi dayatacaktı kendini size”. Ürünleri poşete koyarken, bana böylesine uzun ve karmaşık cümleler kuran bu genç kadına baktım. “Huzursuzluktan kaçışımız yok öyleyse” dedim. “Huzursuzluk bir ilişki biçimidir, modern dünyanın baskın ilişki biçimi, kaçamazsınız.” “O halde bütün her yerde?” dedim.

Eli peynire gitti. Ürünleri kasadan geçirirken yavaş davranıyordu. “Sen” dedim “Ne mezunusun?”. Gülümsedi. Sütü okuttu. 1.25 lira. “Kırdınız beni” dedi. “Sizden beklemezdim. Konuşmak için bilmeye ya da bilgi satan bir yere ihtiyacı yok insanın. Yaşamın kendisi alabileceği şeyi verecektir ona. Yeter ki o istesin. Beni bilmeniz gereksiz ve kırıcı. Bilme istekleri yalnızca yormuyor, kırıyor beni. Ben kırılmak istemiyorum”. “Bilmek insanı nasıl kırabilir ki. Anlamıyorum” dedim. “Saçma olan söylediklerimi yargılamak ya da tartmak için bilmek istemeniz. Her şeyi biliyor oluşumuz, ya da bilmek zorunda oluşumuz, sevmeyi, terk etmeyi, nerelerde nasıl gülüneceğini, kimlere nasıl davranılacağını biliyor ve bu bilgilere uyuyor oluşumuz. Bundan daha kırıcı olan nedir, söyler misiniz? Bu ürünle fındık ezmesi 10 liraya geliyor, ister misiniz” dedi. “İstemem” dedim.

Ürünleri geçirirken konuşmaya devam etti. “Nietzsche demişti sanırım ‘Bilgi arttıkça ihanet derinleşir’ diye. İnsan bilmeye çok tutkun. Oysa bildikçe değeri azalan şeyler öylesine fazla ki. Sözün değeri, yazının, şiirin, sevmenin ve aşkın değeri kimin neyi söylediği ya da kimi sevdiğini bilmeyle bile değişiyor. Bilmek, yapmak zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Ve her zorunluluk bir eksiklik yaratıyor.” “Bilmeyecek miyiz hiçbir şeyi” dedim. “Bilmeden nasıl yaşanabilir ki?” “Yaşanamaz. Yaşanmayacak da. Ancak bilmek insanın kaderi ve yoksulluğudur. Her yoksulluk gibi daha fazlasına talip olacak ve elde ettikçe geçmiş yoksul günlere dönmemek için kendi ruhunu kemirecektir, hep fazlasını alabilmek için kendinden eksiltecektir.” “Yani hem bileceğiz hem eksileceğiz öyle mi? Yok mu çaresi bunun?”. “Var dedi. Bilmek, tek başına bilmek zehirdir. Anlamak ise panzehir. Ne demişti şair ‘Anlamak gideni ve gelmekte olanı’”. “Nâzım” dedim. “Nâzım” dedi.

“O halde gerçeğe anlayarak ulaşmak mümkün” dedim. “Gerçeğe ulaşmak olanaksız” dedi ve güldü. “Gerçeklik kavramı artık gerçek olandan daha önemli çünkü. Gerçeği temsil eden şeyler gerçeğin yerini aldı. İmgeler gerçeklik olarak kabul ve saygı görüyor. Markalar, kıyafetler, makyajlar hepsi gerçeği temsil ediyor ve varsa eğer, gerçeğin içini boşaltıyor.” Sıradaki insanlarda homurdanmalar başlamıştı.

-Hadi kardeşim, işimiz gücümüz var.

-Ayol dedikodu yapacak zaman mı?

Biraz hızlanır gibi yaptı. Ama hepsi birazdı. İnsan hep birazdı. “Bak” dedi. “İnsan temsildir. Kendisine dayatılan onlarca ‘gerçekliğin’ temsili. Ama asla kendisine dikte edilen gerçekliğe ulaşamayacaktır. Çünkü gerçeklik arzusu her zaman gerçekliğin üzerindedir. İnsan gerçeği yalnızca arzu eder. Ve yalnızca onu temsil eden şeylere ulaşacaktır. Son model gerçek bir araba yoktur, iyi bir baba, iyi bir insan, iyi bir politikacı, iyi bir marangoz olamaz. Olmaya çalışsa da olamaz. Çünkü bunların hepsi temsildir ve herkese göre başka anlamlara sahiptir. Ve insan ‘olan’ değil, ‘oluş halinde’ olandır.” Bakıyordum.

“Ürünler bitti, kart mı nakit mi?” “Kart” dedim. İşlem bitti. “Sıradaki” dedi. Ben çıkarken “25 lirayı aşan alışverişlerde bu deterjan 10 liraya düşüyor ister misiniz?” diye soruyordu.

Elimde poşetler yürürken, nedense Fernando Pessoa aklıma geldi. “İnsanoğlunun kusursuzlaştırılabileceğine inanmak ne büyük bir trajedi. Ya inanmak, o nasıl bir trajedi...” diyen Pessoa. Sanırım en büyük mutluluk onun dediği gibi neşeli bilinçsizliğimizin bilincine varmak olacaktı. Çıktım. Deterjanı alsa mıydım, bilmiyordum.