Hava kaç gündür kapalı, yağmur bulutları geçip gidiyor sürekli bir parça yağmur bırakıp. Her yerde bir sıkışmışlık duygusu. Son yıllarda sinemada çok sık rastladığımız ‘dünyanın sonu’na dair bir film hikâyesinin içinde gibiyiz. Görünmez ve öldürücü bir yaratık, damlacıklar halinde ağzımız ve burnumuzdan girip vücudumuzu ele geçirmeye çalışıyor. Anne babalarımızın bile yanına yaklaşamıyor, dostlarımıza potansiyel virüs taşıyıcıları oldukları için sarılamıyoruz. Kendi küçük dünyamızda ya da o dünyaya birlikte sığındığımız yakınlarımızla, bu ölümcül yaratıktan uzak durmaya çalışıyoruz. Bu korku filmi hikâyesinin en feci mekânları, AVM’ler ve doğal olarak penceresiz olan, belki de bu yüzden havasız ve karanlık görünen marketler…

Özellikle uzayda geçen bazı filmlerde, dünyadan uzaklaşınca mekiğe görünmez ve tanımlanamaz bir yaratığın girdiğini ve mekiğin içindekilerin halüsinasyonlar gördüklerini, kendi bastırdıkları korkuları ve arzularıyla yüzleştiklerini ve yavaş yavaş kontrolden çıktıklarını görürüz, herkesi bir paranoya sarıp sarmalar. O yaratıkla en iyi mücadele edenler, korkularıyla yüzleşebilme cesaretini göstererek zayıf yanlarını kabullenebilen, kendi kendini yatıştırıp motive edebilen, olayları ve insanları olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte görüp değerlendirebilenler, yani ‘olma’yı kısmen de olsa başarabilenler. Melanie Klein’ın bebek ve anne memesi arasındaki ilişkiden yola çıkarak tanımladığı ‘iyi’ ve ‘kötü’ nesneleri kaynaştırabilmiş olanlar, kaygıyla daha kolay baş edebiliyorlar.

Zamanla, otomobillerden bilgisayarlara ürünler insanlaştırılarak pazarlanırken (kimi bankalar ‘genç’tir, kimi bankalar ‘ciddi’dir örneğin) insanlar da kendilerini bir ürünmüşçesine dizayn etmeye ve böylelikle becerilerin öne çıktığı ‘yapma’ya odaklı, neredeyse bir bilgisayar özelliklerine sahip, işlemci hızı yüksek, aynı anda pek çok programı kullanabilen, çok sayıda dil bilen, yaratıcı ve çözüm odaklı bireylerin ürünmüşçesine vitrine konduğu bir süreç… Kendini satma isteği, başkaları tarafından iyi karşılanma, tanınma ve hayranlık talebini de peşinden getirdi ve dışarıdan onay almadan yaşayamayan, kendi kendine o onayı ve sevgiyi veremeyen, haset ve kıskançlıkla huzursuz bir içsel yaşamın önünü açtı. Korona günlerinde, evlerine kapanan ‘yapma’ya odaklı bireylerin yaşayacakları zorluklar da burada başlıyor. Netflix’te izleyecek bir şey kalmadığında, playstation’da oynanan oyunlar tükendiğinde, home-office olarak yürütülen çalışmanın molalarında ne yapacaklar? Uzay filmlerinde olduğu gibi yavaş yavaş ‘olma’nın güçlüklerini yaşayarak bilinçdışı gerçeklikleriyle yüzleşmek zorunda mı kalacaklar? Instagram’da yapacakları canlı yayınlarla kendi kendilerine ne güzel vakit geçirdiklerini göstererek itibar ve hayranlık için narsisistik bir biçimde egolarını şişirmeye devam mı edecekler, yoksa ellerine bir kitap ya da defter kalem alıp köşelerine çekilip içe bakışın olanaklarını mı araştıracaklar?

‘Olmak’la, ‘yapmak’ arasındaki farkı tarif edebilmek için, birisinin ‘tiyatro yapma’sıyla ‘tiyatrocu olması’ arasındaki fark düşünülebilir. İlki için tiyatro yapmak, bir eğlencedir, alkıştır, ündür; ikincisi için tiyatro bir yaşam biçimidir, arzusunu ve kendisini tiyatroyla gerçekleştirmektir. Ilki, kolayca tiyatroyu bırakıp başka bir şeye geçebilir, diğeri tiyatroyu her zaman yanında taşır nereye giderse gitsin. İkincisinin tiyatrodan aldığı haz, tüm zorluklara rağmen daha fazla olacaktır. İnsanın kendisini, bedenini, ruhunu araçsallaştırmasıyla, bedenini ve ruhunu yaşaması ve hissetmesi arasındaki fark, ‘yapma’yla ‘olma’ arasındaki farkı işaret eder. Sevişirken bile performans kaygısı yaşaması muhtemeldir, bedenini zevk verme ve alma aracıymış gibi hisseder çünkü. Bir profesör ya da general, eğer bütün varoluşsal yatırımını personasına yapmışsa, emekli olduğunda kendisini işe yaramaz biri gibi hissedebilir, ‘olma’yı ihmal ettiği için. Korona günlerinde, ihmal ettiğimiz içsel gerçekliğimiz daha bir önemli olacak sanki…