Sabah beş buçuk, Kadıköy’de martı sesleri devam ediyor, balkona çıkıp bakıyorum, görünmüyorlar. Neredeler acaba? Sabah altı, çöp araçları geçiyor sokaktan, tank geçse bu kadar ses çıkarmaz. Sabah yedi, işe gidenler çoğalıyor sokakta. Her şey aynı. Şehrin ritmi, resmi tatillerde ya da katliam olunca geçici bir süre yavaşlıyor

Bu vakitlerde bazıları gazetede bu yazımı okuyacak, belki vapurda, metrobüste, metroda, otobüste, işte, evde, kafede, kahvehanede, durakta, tarlada, deniz kıyısında… Okuyanları hayal ediyorum, nasıllar, ne düşünüyorlar?

Hayatın devam ettiğini gösteren işaretler yerli yerindeyse, gazete bayilerindeki gazeteler, zamanında kalkan toplutaşıma araçları, selamlaştığınız kişiler, artık ne bileyim, çayınızı ya da kahvenizi içiyorsanız, güneş doğuyor ve batıyorsa… Her şey yerli yerindeyse… Bir yerlerde birileri canlı bomba hazırlığı yapar, başka bir yerde savaş uçakları havalanır, tecavüzler, cinayetler, doğa katliamı devam ederken…

Sokaktaki kalabalığa karışıyorum. Yürürken, göz göze geldiğim kişilere “Nasılız?” der gibi bakıyorum. “İyi olmaya çalışıyoruz” der gibi karşılık veriyor bakışları, uykulu, keyifsiz... İyi olmaya çalıştığımıza göre, iyi değiliz. Umursamayanlar, benim derdim bana yeter diyenler, gazetelerdeki iç karartıcı haberleri okumadan geçenler…

Orlando’daki katliamı düşünmüştüm bütün gece, eşcinselleri, başka bir ırktan, milliyetten, dinden olanları insan olarak görmeyenlerin çokluğunu... Oruç tutmayanlara yönelik şiddet dolu fantezilerini video çekip anlatan ve sosyal medyada paylaşan, içinde taşıdığı nefretle zevkten dört köşe olan o kişiye bakıp, hayata düşman olmanın insanı neye dönüştürdüğünü görmek ibret vericiydi. Mesele din ise, bu tip kişilerin sözleri ve nefretinin dinle bir ilgisi olamayacağını, Kierkegaard pek güzel anlatır kitaplarında. Kierkegaard, dinin içe dönük bir hamle olduğunu, meselenin sadece Tanrı’nın huzurundaki kendin olduğunu söyler. Bu içe dönük hamle, insanın kendisini sevgiye, aşka kaptırması gibi, sonsuz bir borç olarak yaşanır. Dışa dönük hamlede ise, alacaklı gibi davranır o kişi ve sevginin yerini nefret alır. Her şeyi sığlaştıran kitle kültüründe, nefret de bir salgın gibi yaşanır, yaşanıyor…

Deniz kenarına inip, sıra sıra dizilmiş kayıkların, teknelerin ardındaki masalardan birisine oturuyorum. YKY’den Makbule Aras çevirisiyle çıkan Goli Taraghi’nin “Kış Uykusu” romanı var yanımda. Hüzünlü bir roman, içe dönük bir hamleyle yazılmış, kısa ama yoğun cümlelerle… Romanın bir yerinde “Keşke mümkün olsa da baştan başlayabilsek, bambaşka koşullarda” diyor anlatıcı. Azizi de, “Ne yapardık sanki? Yine bulunduğumuz noktaya gelirdik, aynı hevesle” diye yanıtlıyor, “Elimizden ne iş gelir? Uyumak, yemek yemek, okumak, çocuk yapmak, bazen de sade, kendi halinde eğlenceler, şenlikler. Yok olma korkusu…” Aynı soruyu, bu ülke için düşündüm, baştan başlayabilseydik, elimizden ne gelirdi? Hangi zamandan başlamak gerekirdi? Peki ya kendi kişisel hayatlarımızda?.. Baştan başlama gibi şansımız elbette olmayacak, ama arada sırada kendimize bu soruyu sormadığımız için, hayatın devam ettiğini gösteren işaretlerde teselli aramıyor muyuz? Belki de hayat, sandığımız gibi devam etmiyor. Başka bir hayatın mümkün olabileceğini ve o başka hayatın bir zorunluluk olarak kendisini dayattığını, daha ne kadar görmezden geleceğiz?

Üçüncü Dünya Savaşı başlamış gibi geliyor bana, diğer dünya savaşları gibi devletler arası ve cephe savaşı değil belki ama, katliamlar, yerinden yurdundan olanlar, yayılan korku ve nefret… Yavaş yavaş söyleyeceklerimizin tükenmesinden, kimsenin kimseyi duyamayacağı bir sessizliğin içine gömülmekten ürküyorum bazen. Orlando, Ankara, Paris, Şam… Her yer birbirine bu kadar yakınken, bu kadar uzak oluşumuz… Romanın sonunda Taraghi’nin yazdığı gibi “Her derdin bir çaresi bulunur. Sabredeceğiz, sebat edeceğiz…” Sabrederken de yaşama arzumuza düşman kesilenlere inat, yaşadığımız her ânın hakkını vermek, “mış gibi” değil, hayata inanarak yaşamak, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterecek tek şey belki de… Gerisi gelir, bir kere aralandı mı kapı…