Hisler, “Sabır Taşı” masalında derdin döküldüğü taşın şiştikçe şişmesi gibi bazen bedeni çatlatacak gibi de oluyor. Tepkinin içe göçme karakteri sergilemesi ideolojik etkiyle doğrudan ilgili. Karakter aşınması ve lümpenleşmeye rağmen, Türkiye yoksulluğu, dünyanın başka yerlerinde yaygın olan suçlulaştırılmış yoksulluk hallerinden hala uzak görünüyor.

İçe Göçme: Hisler, ‘Sabır Taşı’ Ve Karakter Aşınması

Prof. Dr. Necmi Erdoğan

Yazı Dizisi: Günümüzde Yoksulluk Halleri, Mülakatlar ve Notlar

Bir kez daha Yesari’ye başvurarak başlayalım: Hınç’ta (1928) tefeci İzidor Barzilay’ı anlatan Yesari, bütün bir toplumsal tarihimizi üstünden düşünebileceğimiz şekilde, “Bütün fakirlerden süzülen paralar, bir tek noktada toplanıyor, büyük binalar, apartmanlar şeklinde göğe yükseliyordu. Bu binaların, apartmanların temel taşlarında fakirlerin kemikleri, harçlarında fakirlerin kanları, etleri vardı” diyor ve o binaların tepesinden borçlu yoksullara bakan tefecinin kendisini “zengin göstermek istemediğini”, zira “fakirlik hıncını, kinini kıvılcımlamaktan korktuğunu” söylüyor.[i]

Günümüzün yoksul alt sınıfları yalnızlaşma koşullarında sürekli bir banka kredisi borçluluğuna mahkûm hale gelirken, “fakir hıncından” korkusu kalmamış görünen burjuvazinin de zenginliğini değil örtmek, göze sokmak derdinde olduğunu söyleyebiliriz. Akla gelen her anlamıyla binaların harcının “fakir kanıyla” karılması ise berdevam elbette.

HİSLER, DUYGULAR VE “SABIR TAŞI BEDENLER”

İçinde yaşadığımız ekonomik krizin Yesari’nin sözünü ettiği gibi “kinin kıvılcımlanmasına” veya kitlesel protesto/isyan hareketlerine -ve dahi yağmalama gibi “küçük suçlara”!- yol açmadığı aşikâr. Bu koşullara yoksulların gösterdikleri tepkinin -AKP’yi desteklemeye devam edenler de dahil- memnuniyetsizlik ve itiraz olduğu da açık. Krizin yoksulların anlam haritalarındaki yerini belirleyen ideolojik-politik faktörlerin tartışmasını sonraya bırakarak, yarattığı duygulara bakalım. Kendisi de halk muhalefetinin yükselişini tetiklememiş olan 2001 krizinin devam ettiği koşullarda araştırmasını yaptığımız Yoksulluk Halleri’nde, Deleuze ve Guattari’nin duygu ve his arasında yaptıkları ayrıma başvurarak, sömürü ve tahakküm düzenine karşı “bir başka dünyanın imkanının” ancak “aletler gibi içeri alınan” veya bedene hapsedilen hislerin yerini “silahlar gibi dışarı fırlatılan,” “bedeni ok gibi delip geçen” ve başka bedenlerle ilişki kuran duyguların almasıyla bulunabileceğini yazmıştım.[ii] Bu araştırma ise, bu anlamıyla duyguların değil de, hislerin hakim olduğu bir ruh halinin çok daha yoğun bir şekilde yaşandığını gösteriyor. “Dışa doğru patlama” yerine “içe göçme” ise, Yoksulluk Halleri’nde olduğu gibi “somut bir olasılık olarak ortaya çıkmanın” ötesinde ciddi bir gerçeklik olmaya yöneliyor.

Mülakatlarda, çok az sayıda istisna bir tarafa bırakılırsa, memnuniyetsizlik ve itirazın konuşan öznenin kendini eyleyici bir role yerleştirdiği veya eyleme geçme niyeti gösterdiği öfke, hınç, kin, isyankârlık, hesap sorma gibi hallerden uzak olduğunu, dertlenme, yakınma, söylenme gibi sadece “hal bildiren” veya “his ifade eden” sözlerle sınırlı kaldığını görüyoruz. Öfkeli bir dille konuşan ve AKP iktidarına veya muktedirlere ağır eleştirilerde bulunanlar bile, düzenin değişeceğine inançlarının olmadığını söylüyorlar ve adaleti “öbür dünyaya” havale ediyorlar. (Bu noktada, siyasal söylem üretme araçlarından yoksun bırakılmış olan ve her gününü bir olağanüstü hâl olarak yaşayan yoksulları tepkisizlikle suçlamaya pek meraklı olan orta sınıftan veya beyaz yakalı bazı “muhaliflerin” kendilerinin de “hal bildiren” veya “his ifade eden” sözlerle yetindiklerini ve üstelik eyleme geçmeye uygun bir siyasal, kültürel ve eğitsel formasyona sahip oldukları halde böyle yaptıklarını vurgulayayım.)

Anlatılardaki duygu yapısına içerleme, içlenme, üzülme, hayata küsme gibi öznel-kişisel ve edilgenliğin hâkim olduğu hisler damga vuruyor. Haydar, “E yaşantı deel gardeş bu! Bu yaşantı mı?” diye içini döküyor; Ferdi “Kendimle barışığım, hayata küstüm” diye “duygulanıyor”; Zühre ise “Böyle gelmiş böyle mi gidecek?” sorusuna verdiği “Hee ölecez işte, böyle gider ölürüz biz de” diyerek kadere rıza ile gücenmeyi iç içe geçiriyor. Bunlar, bir an için dile getirilse de, yoksulun bedenine hemen geri dönen ve dünyayla etkileşimden uzak kalan hisler. Yazım yüzeyi olduğu gibi, bir kabuk gibi de işlev gören yoksul bedeninin içinde “olup bitiyorlar”: Sözgelimi, çocukların isteklerini karşılayamamayı Cavit “yıkıklık” ve “burukluk” olarak yaşıyor; Seda kendini “berbat hissederken,” Aysel üzüntüden geceleri yatamadığını ve kendini suçladığını söylüyor. Bu ağırlık altındaki bedenin verdiği asli tepki de gözyaşı dökmek oluyor: Samet, “Ya bu nası bi duygu… Bıktım ya” diyerek, gaspla suçlanmasına ağlıyor; İpek, okuldaki sınıf farklarına ilişkin konuşurken, zar zor “birçok kez yaşadım” diyebildikten sonra ağlamaya başlıyor; biz geleceğimiz için büyük oğlunun “gururuna yediremeyip, çıkıp gittiğini” söyleyen Filiz’in gözleri yaşarıyor; Şilan ise, daha önce oturdukları orta sınıf mahallesindeki parkta oynarken “fakirsiniz” denerek kovulmalarının çok zoruna gittiğini ve annesinin kucağına yatıp ağladığını anlatıyor.

Hisler, başkaları karşısında “oynayan kendiliğin” ardına saklanan “gerçek kendiliğin” duvarları içinde hapsedilmek isteniyor. Aç kardeşine yiyecek alamayan öksüz Yaşar, “Göstermemeye çalışıyom abi ya. Hayatta hani acımasızlıklarla çok karşılaştığım için kimseye hiçbi şeyimi göstermek istemiyom” diyor. Ancak hisler, “Sabır Taşı” masalında derdin döküldüğü taşın şiştikçe şişmesi gibi,[iii] bazen bedeni çatlatacak gibi de oluyor. Duygunun anlatısı bu açıdan anlamlı: “Elimden gelse var ya, sokağa çıkıp bağırarak küfür etmek istiyom… Ağlayarak şarkı söylediğimi bilirim. Ağlayarak başıma battaniyeyi çekip…” Yani hisler, “sabır taşına” dönen bedeni zorlasa da, dünyaya akmayıp, kabuğun içine çekiliyor. Yoksul bedenini içten kemirdiği ölçüde, içe göçmenin bedensel biçimlerinden birini de oluşturuyor.

Balonculuk yapan Halil’in anlatısı, hisler / duygular ve içe göçme / patlama arasındaki bağları ortaya koyuyor: Kendisini hakir gören ve azarlayan müşteriler için “Ben dayanamıyom abi. Nefsim uyanıyo bi süreden sonra. Kendini tutuyon ama ondan sonra tutamıyon” diyor. Ancak hisler bedenden dışarı taşmaya yönelse de, bu nihayetinde anlık bir “kabarma” olarak kalıyor: “Zoruma gidiyo benim ya. Yani fakirlik zoruma gidiyo… Anlıyosun yani, tam fakir olduğunu… Ondan sonra duyguların kabarıyo senin, isyan etmeye başlıyon.” Burada isyan dışarı yönelen değil, içe atılan bir tepkiyi anlatıyor: “Durumuma isyan ediyom abi, baloncu olduğuma isyan ediyom. Param olmadığına isyan ediyom, mücadele verdiğime isyan ediyom. Geri kaldığıma isyan ediyom bu hayatta… Her şeyden soğuyom yani… Hemen geliyom bi kaçak (içki) alıyom elime, içmeye başlıyom.” “Her şeyden soğuyan” Halil’in hislerini asıl soğutanın içki olması ise, bizi Yoksulluk Halleri’nde -Deleuze ve Guattari’ye atıfla- kendini jiletleyen ve bali çeken çocukları örnek gösterdiğim “acı dalgası” ve “buzdolabı dalgasına” götürüyor.

“Acı dalgasıyla” cezaevinden denetimle serbestlikle çıkmış olan Selim’de karşılaşıyoruz. Kolları ve göğsü kesik dolu olan Selim, “Çok canım sıkkındı. Kendimi kesiyim, canımı yakayım bi dedim... Bi de durumsuzluk vardı…” diyor. Ama bu araştırmada, acıyı donduran ve anestetik bir işlev gören “buzdolabı dalgası” ile çok daha sık karşılaşıyoruz. Halil gibi, evi olmayan Oğuz da parkta yatarken aklına hemen içkinin geldiğini, “iki duble atınca parayı marayı unuttuğunu” anlatıyor. Ancak “buzdolabı dalgası” işlevini en çok uyuşturucu görüyor. Uyuşturucu salgınının yaygınlığını anlamak açısından, yaptığım 82 mülakatın 15’inde -yarısı kendileri tarafından, yarısı da eşi veya çocuğu tarafından olmak üzere- uyuşturucu kullanımı bahsinin geçtiğini belirteyim. Eroin krizinde veya etkisinde olduğu için bir türlü mülakat yapamadığım seks işçisi, Fatih ve Duygu gibi örneklerdeki eroin veya metamfetamin bağımlılığının yoksul bedenindeki çökertici sonuçları, içe göçmenin bedeni nasıl bir “yazım yüzeyi” yaptığını ortaya koyuyor.

Ancak, içe göçmenin acıyı başka bir acıyla bastırma veya dondurmanın da ötesine geçen en uç uç halini acıdan kendi hayatını sonlandırarak kurtulmak oluşturuyor. Balzac’a atıfla, “bir zamanlar ölünün ruhu için okunan duadan sonra bizi bekleyen geleceğin artık şimdiye taşınmış olmasını” yoksul insanların gelecek korkuları açısından çok daha geçerli gören Benjamin, 1840’larda emekçi kitlelerin -“modernizmin imzası” olan- intihara aşina hale geldiklerini, ekmeğini kazanamamanın çaresizliğiyle hayatına son veren İngiliz işçiyi tasvir eden taş baskısının kopyalarının kapışıldığını belirtiyor. Baudelaire’e atıfla da, intiharın “gerici zamanlarda şehirlerin hastalıklı kitleleri için hala mümkün olan tek kahramanca eylem” olarak görülebilmesinden söz ediyor.[iv] Türkiye’ye gelirsek, ailesinin geleceğini kurtarmak için tek çare olarak “iş kazasıyla” ölüm halinde ödenecek tazminatı bulabilen ve kendi hayatına “kaza” süsüyle son veren inşaat işçisini konu alan “Babamın Kanatları” (K. Sezer, 2016) adlı film, bu “kahramanca eylemin” alabileceği en acıklı hali başarıyla anlatır. (İşverenin aileye ödenecek tazminatı kuşa çevirmeyi becererek “eylemi” başarısız kılmasıyla, kapitalizmin imzasını attığı intiharın üstüne bir de mührünü vurduğunu not edeyim.)

Tam da Benjamin’in işaret ettiği türden bir intihar aşinalığı ve rağbetine yakın dönem Türkiye’sinde de tanık oluyoruz ve sık sık yoksul emekçi veya işsizlerin (örneğin, saç kurutma makinasını çalıştırıp çocuklarının yanına bırakan annenin, “Çocuklarım aç” diyerek kendini yakan babanın, pandemide işsiz kalan müzisyenlerin, ataması yapılmayan öğretmenlerin) intihar haberlerini okuyoruz. Yoksulluk Halleri’nde yalnızca iki örnekte karşılaştığımız intihar girişimi ve intihar fikrinin dillendirilmesi ile, bu araştırmada dikkat çekici ölçüde sık karşılaşıyoruz. Nitekim, Duygu, intihara kalkışmış ama istemediği halde kurtarılmış. Lise öğrencisi olan ve bir dönem metamfetamin kullandığı için halen tedavi gören Ceren’in bileğindeki kesik de, görüşmemizde söylememiş olsa da, intihar girişiminde bulunduğunu gösteriyordu. Dahası, ölmeyi istediğini veya intiharı düşündüğünü söyleyenler de var. Örneğin Salih, “Rabbimden tek dileğim hayırlı ölüm nasip etsin… Yaşamak istemiyom hocam” diyor. Seda ise intihar konusunda ciddi olup olmadığı sorusuna “Vallaha cidden düşünüyom! Öyle şaka maka değil yani” karşılığı veriyor. Zeynep’in ise, çocuklarının isteklerini karşılayamayınca içinden şöyle geçiyor: “Bazen böyle yok olayım diyorum ya! Ben böyle görmektense yok olayım.” Kısacası, “sabır taşı beden” şiştikçe şişiyor; dayanamayarak çatlayıp çöktüğünde ise, geriye havada asılı bir çığlık kalıyor.

AŞINAN KARAKTER: “SAYILMAYANLARIN” ÖZSAYGISI VE LÜMPENLEŞME

Yoksulluk Halleri’nde kapitalizmin vazettiği toplumsal-sınıfsal hiyerarşilerin kökleşmesinin yoksullar açısından en çarpıcı sonucunun onurunu kaybetme korkusu ve özsaygının dert edilmesi olduğunu öne sürmüştüm. Mülk sahiplerinin sahip olmadığı şeye, yani insani değerlere sahip olma iddiası ve bundan duyulan gurur (“onların kör vicdanına karşı bizim ahlakımız”) en önemli duygusal silah olarak görünüyor, egemenlerin maddi-ekonomik terimlerinin karşısına moral-insani değerler çıkarılıyordu. Bu araştırmada ise, kimi görüşmelerde dillendirilen yoksulların paylaşımcılığı vurgusu haricinde, ahlaki plana taşınan toplumsal karşıtlıkla ve “iç güzelliğini” öne sürme (“Bizim gönlümüz zengin”) ile nadiren karşılaşmış olmam dramatik bir dönüşüme işaret eder görünüyor. (Az sayıdaki örneklerden biri S. Demirtaş hayranı olan Azime’nin şu sözleri: “Allah kimine para veriyo, kimisine de insanlık duygusu veriyo.”)

Yoksulların “gayrimeşru” yolları reddetmeleri ve bu “tercihlerini” vurgulamaları şimdiki görüşmelerde de sık karşımıza çıkıyor. Örneğin Zühre, “Hırsızlık mı yapak gidek? Yok yapamazık, harama el uzatamazık. Yani elimizden gelmez” diyor. Reha, hırsızlığı düşünüp düşünmeyeceği sorusuna “Öyle şeyler benden uzak dursun” cevabı veriyor. İrfan, Alevi kimliğini kastederek “Bizde o vardır, haram yemeyiz. Çalmasını, çırpmasını bilmeyiz…” diyor. Musa ise, “Yavan ekmek yerim ben, kimsenin hayatta bi çöpünü yerinden galdırmam” dedikten sonra, çalıştığı yerde bir müşterinin “ağzına kadar para dolu valizi” unuttuğunu, arkadaşı “kimsenin haber olmaz” dese de, kendisinin müşteriyi bulup valizi verdiğini anlatıyor.

Böylesi örneklerde kendini gösteren “karakter” (kendinde değerli bulunan özellikler, duygular ve ahlaki değerler[v]), saygınlık ve özsaygısını koruma kaygısı “moral üstünlük savaşının” devam ettiğini gösteriyor. Ancak, “Haymanalı Orhan ve Arife” bölümünde işaret ettiğim üzere, hırsızlık gibi yollara başvurmayı “gayrimeşru” sayma ile olumsuzlayarak da olsa bir seçenek olarak telaffuz etme arasındaki ahlaki gerilimin AKP dönemi boyunca şiddetlendiğini söyleyebiliriz. Zira bu savaşı bırakmak zorunda kalmanın yarattığı lümpenleşmenin birçok örneği var. Çocukken uyuşturucu satıcılığı yapan Salih’in “Yokun Allah’ı yok” sözü, özsaygıyı terke zorlanmayı özlüce ortaya koyuyor. Uyuşturucu ve kavga gibi suçlardan cezaevinde yatarken denetimli serbestlikle yeni salıverilmiş olan ve atık toplayan Selim, dilencilik yapan Suriyeli komşularını eleştirirken, “Gider hırsızlık yaparım ama karımı dilendirmeye göndermem” diyor. Uyuşturucu bağımlısı olan Fatih’in anlatısı ise, lümpen proleter hıncıyla alınan hazzı ortaya koyuyor: “Bisiklet alamadım, bisiklet çalmaya başladım… Şahin oldu, Doğan oldu, BMW oldu. Ondan sonra zevkine polisleri peşimize takıp kovalamaca oynamaya başladık.” Oğuz ise, bir taraftan hırsızlık için “Allah göstermesin” derken, diğer taraftan bir arkadaşından öğrendiği taktikle, bir bankadan kredi kartı aldıktan sonra bir süre hesaba para yatırmaya devam edip kredi verilmesini sağladığını, sonra kartı çöpe attığını, bankacıya da “Abla benim okumam yazmam yok” dediğini gülerek anlatıyor.

Devran’ın anlatısı ise, saygınlık kaygısının aşınmasının yarattığı lümpenleşme ile AKP iktidarının ideolojik etkisini iç içe geçiriyor. İlk gençliğinde “ufak tefek hırsızlıklardan dolayı şeceresi bozulmuş” olan Devran, bir taraftan ülkedeki sorunları şeriatın uygulanmamasına bağlar ve dini tanıyınca “herkesin bir kaderi olduğunu, hak etmediğin bir şeyin senin olmadığını” anladığını söylerken, bir taraftan da “doğa kanunu herhalde” dediği şeye atıfta bulunuyor: “Hayvanlar alemine baktığım zaman, tilki tavşanı yiyo, aslan tavşanı yiyo, gücü yeten yeteni yiyo yani. Heralde bu dünyanın düzeni. Ya önümüze çıkan fırsatı değerlendirebilmeliyiz. Canım bi ayakkabı çektiyse bi mağazadan onu alıp giyebilmeliyim ya da çalıp.” Ben hırsızlık, uyuşturucu satıcılığı vb. işleri yapmayı hak olarak görüp görmediğini sorduğumda ise şöyle cevap veriyor: “Mazlum hep mazlum kalmıyo hocam, tokadı yediği için gaddarlaşıyo. Yani sokakta üç tekmeden sonra dördüncü tekmeye karşılık veriyosunuz… Ben de yapabilirim düşüncesine girenler, artık kaybedecek bi şeyim kalmadı diye görenler…” Onun bu sözleri “garibanın sembolik ölümünün” yanına “garibanın sembolik intiharını” koymamız gerektiğini gösteriyor.

“Fakir ama gururlu” insanın “iç güzelliği” temelli duygusal silahını artık kullanmaz olmasının, sözünü ettiğim karakter aşınmasının farkında olmasından kaynaklandığını ve alt sınıfların yaşadığı dilsizleşmenin göstergelerinden biri olduğunu düşünebiliriz. Bu aşınmanın yarattığı lümpenleşme, yakın dönem Türkiye’sine hâkim olan ideolojik-politik ve kültürel kodların alt sınıflar üzerindeki asli etkisini oluşturuyor. Nitekim, sevgilisi olan yoksul kızı kendisine telefon almazsa ayrılmakla tehdit eden “delikanlıdan” canını dişine takıp çalışan kocasını terk etmesinin nedeninin “maddi olarak rahat yaşamak” olduğunu bağlandığı televizyon programında söyleyen ve kocasının “maddiyat” nedeniyle “hiç” olduğunu alenen ilan eden kadına, seks işçiliğini kolay yoldan para kazanmak olarak gören genç kızlardan meslek öğrenmeyi bırakıp eşcinsellerle para karşılığında ilişkiye girerek veya uyuşturucu satışı işine girerek gelir elde eden genç erkeklere, engelli dul annesi (Elif) beka savaşı veren on yaşındaki kızı taciz eden öz amcadan hurdacılık yaparak çocuklarına bakmaya çalışan kız kardeşini (Yeter) ihbar ederek çocuklarının zorla elinden alınmasını sağlayan ablaya, sahibi olmadığı evin kirasına “konabilmek” için orada oturan yoksulları (Sadık ve ailesi) kaçırmaya çalışan komşudan yaşlı Alevi kadının (Lütfiye) yardım almasını engelleyip bir başka kadının kendisine para vermesi karşılığında yardım almasını sağlayan “Tayyipçi” muhtaç kadına kadar uzun bir liste çıkarılabilir.

Karakter aşınması ve lümpenleşmeye rağmen, Türkiye yoksulluğu, dünyanın -Latin Amerika gibi- başka yerlerinde yaygın olan suçlulaştırılmış yoksulluk hallerinden hala uzak görünüyor. Suç ve şiddet dolu “girilmez bölgeler,” mahallelere ve hatta şehirlere hâkim olan çeteler, on yaşında “kiralık katillik” yaptırılmaya başlayan kızlar vb. tablosundan uzaklık ahlaki kodlardaki dönüşümün hala sınırlı olduğuna işaret ediyor. Bu yüzden de, ağır kriz koşullarına market veya mağaza yağmalama gibi tepkiler de verilmiyor. Tepkinin “dışa doğru patlama” değil de, “içe göçme” karakteri sergilemesi, “isyan duygusunun” “yaradana şikâyetten” ibaret kalması ve eşitsizliklerin “Allah yapısı” olarak düşünülmesini sağlayan ideolojik etkiyle doğrudan ilgili ki bunu sonraki bölümde ele alacağım.


[i] M. Yesari, Hınç, Koç Üniversitesi Yayınları (İstanbul, 2020), s. 178 ve 188.

[ii] G. Deleuze ve F. Guattari, A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia, The Athlone Press (Londra, 1988), s. 356, 400.

[iii] P. N. Boratav, Zaman Zaman İçinde, Adam Yayınları (İstanbul, 1992) içinde.

[iv] W. Benjamin, The Arcades Project, The Belknap Press of Harvard University Press (Cambridge, 1999), s. 721; ve Selected Writings, Volume 4, 1938-1940, The Belknap Press of Harvard University Press (Cambridge, 2003), s. 45-6.

[v] R. Sennett, Karakter Aşınması, Ayrıntı Yayınları (İstanbul, 2002).