Karlar erirken, sanki bir geminin güvertesindeymiş gibi çay ocağından uzaklaşan hayata bakıyoruz. Yedi gün boyunca sokak ortasında vurulmuş yatan o anne ve evladının yazdığı mektup var aklımızda. Bu ağırlığı nasıl taşıyabilir sözcükler?.. Hiyerarşik çürüme ve medyayla şartlandırılmış yığınların oluşturduğu bu toplumsal sahnenin ortasında…İnsan nasıl bir varlıktır ki, her şeye bu kadar kolay uyum sağlıyor, alışıyor? Elimden tutup, içine doğduğumuz bu toprakların acı dolu hikâyesinden bahsediyorsun. Hepimiz bir parçasıyız bu hikâyenin, inkâr etmek ya da başka bir hikâye uydurmak kurtarmıyor. Kuşaktan kuşağa savaşların, darbelerin, katliamların anlatıldığı hikâyelerle büyüdük, yaşadık, içimize işledi, ruhumuza... Bu hikâye böyle devam ederse diyorsun, sonu belli, iyi şeyler olmayacak. Bu hikâyeyi değiştirecek tek şey, “ben yoksam hikâye de yok” diyecek karakterler… Kolay mı, “polis devletinin kötülük saçan kontrol mucizeleri” bu kadar güçlüyken? Vaneigem’in sözlerini hatırlatıyorsun bana: “Eğer insanlar köpeğe, tuğlaya, yeşil bereliye dönüştürülebiliyorsa, onların da insanlara dönüştürülemeyeceğini kim söyleyebilir?”

Senin bu durduk yere ortaya çıkan umutlu hallerini, benim umutsuzluğumun kışkırttığını biliyorum. Hoşuma gitmiyor değil. Nasıl ki ben köşeme çekilmeyi istedikçe, elimden tutup beni sokaklara çıkarıyorsan… Önemli olan, yaşadığımız acının içinde durabilmek, kaçmadan, o acıyı sonuna kadar tanıyıp tüketerek… Mecburuz diyorsun. Hiç kimse tek başına bu parçalanmaya karşı koyamaz. Aşkın ve çocukluğun uzay ve zamanı birleştiren gücünden bahsediyorsun sonra. Düşün diyorsun, âşıkken ve çocukken bir güne ne kadar çok şey sığdırır insan. Hayatlara sığdırılan şeyleri konuşuyoruz, eşyayı insanlardan daha çok sevenlerin çaresizliğini. Çocuklara ve hayvanlara dahi eşya muamelesi yapanları, şeyleşenler diye tanımlıyorsun, küfür gibi geliyor kulağa, gülüyoruz. Çaycıya “şeyleşmeden bir çay getir” dediğimizde, çaycı başka bir şey anlıyor, kavga çıkacak. Frankfurt Okulu’ndan bahsediyoruz ona, gerçek bir okul sanıyor. Frankfurt Okulu’na, Beyoğlu’ndaki yanan İskenderiye Kütüphanesi’nde gitmiştim ilk, Godard’ın Serseri Âşıklar filmini izlediğim gün. Serseri değiliz, olalım diye tutturuyorsun.



Yağmur başlıyor, Attilâ İlhan’ın “bir yağmur şehrin bütün seslerini öldürse” dizesindeki gibi, sadece yağmurun sesi duyuluyor artık. Hemen bir oyun icat ediyorsun. Gözlerimi kapatacağım ve beni elimden tutup götürdüğün yerleri tahmin edeceğim. Bu havada zor olmayacak mı? Zor olmuyor, gözümü fularla bağlayıp sürüklüyorsun peşinden. Yürüdüğümüz zamanı ve yönü tahmin etmeye çalışarak götürdüğün ilk yeri biliyorum, sonrakini de. Elimden tuttuğun sürece, gözlerim kapalı her yeri bileceğimden eminim. Sonra birden bırakıyorsun elimi, kaybolmuş gibi hissedip telaşla indiriyorum gözbağını. Apartmanların sırtını döndüğü, ağaçların içindeki küçük bir bahçedeyiz. Nerede olduğumuzu bilmiyorum. Büyülü bir yerdeyiz diyorsun, bu oyun bahanesiymiş buraya gelmenin. Murakami’nin “İmkânsızın Şarkısı” romanını okuyup okumadığımı soruyorsun. İşte o romandaki gibi bir kuyu bu, ama ondan farklı. Sesleri toplayan bir kuyu var burada, kimsenin bilmediği. Ortada bir kuyu göremiyorum, sadece ağaçlar ve yağmurun çamura dönüştürdüğü toprak… Başka bir oyuna geçtiğimizi düşünüyorum. Üstü toprakla kapatılmış bir kuyunun üzerindeyiz şimdi, dinle diyorsun, başka hiçbir şey düşünme… Kulağımı toprağa yaklaştırsam da yağmurdan başka bir şey duymuyorum. Kızıyorsun bana. Daha iyi dinle!

Murakami’nin yazdığı gibi, “olayları sözcüklere dökmedikçe anlayamayan o yeteneksiz insan”lardan biri olduğumu söylüyorum. Eve dönüp sobanın başında bütün bu olup biteni yazarken o sesi duyacağım belki de. Yazmak, yaşamanın önüne geçti bende uzun zamandır. İnanmıyorsun bana, yağmuru ve her şeyi unutmamı istiyorsun, çünkü duyacağım sesin kendi sesim olacağını söylüyorsun, düşüncelerimin sesinden ayırabilirsem… Kuyu, herkese kendi sesiyle konuşurmuş ve sadece yağmur yağarken duyulurmuş. Sana inanıyorum, bir masalın içindeymişiz gibi, ama değil. Duyduklarım, yağmur dinince de sona ermiyor. Islak sokakta kol kola zikzaklar çizerek yürüyoruz, serseriler gibi… Bir adım geçmişeyse, diğeri geleceğe…

Ne duyduğumu soruyorsun. Anılar ve beklentiler… Gelecek tekrarlanan bir geçmiş olduğu sürece, herkes kuyudan aynı şeyleri duyacak, aynı hikâyeyi... Geleceği, geçmişin acılarıyla yüzleşmeden kurtaramayacağımızı söylerken, siyasileşiyorsun, bunu gözlerinden görebiliyorum. Bugün öldürülen o insanlar, gerçekte yıllar evvel öldürülmüştü derken, yaşadığın öfkeyi... Yanıltmasın kana ve gözyaşına bulanmış bu şatafat, ruhunu yitirmiş yığınlar, bu hikâyenin sonu belli…