Karlı bir yılbaşı gecesi yaşamak güzel… Beklentidir, gerçekleşti. Pencere önünde geçirdim bütün günü. Kitapları aşıp içeri sızmayı başaran kar tanelerine gülümseyiverdim

‘İçimde kim var?’

1 Yılın son gününü Salâh Birsel’in “Bay Sessizlik” adını verdiği güncesiyle kapadım. Kapağını öyle bir denk getirdim ki ertesi güne sade zihnimdekiler kalsın, okumayı aşıp, Salâh Bey’den kalanları düşünmeye koyulayım istedim. Karlı bir yılbaşı gecesi yaşamak güzel… Beklentidir, gerçekleşti. Pencere önünde geçirdim bütün günü. Kitapları aşıp içeri sızmayı başaran kar tanelerine gülümseyiverdim. Kaç gündür elektrik kesintisiyle can çekişen İstanbul’un kar serüveni, bu kez ev içine dek sızan dondurucu soğukla sürdü.

Masamda öte seneye devrettiğim yarı okumalarım duruyor. “Immanuel Kant” yaşamöyküsü var yanımda. Yarıladım, tuğla gibi kitap. Bir yandan da “Katıksız Aklın Eleştirisi” var elimde. Hayli eski baskı bu. “Seçme Yazılar” Remzi’den yayınlanmış. Kütüphanem zaman zaman anımsatmalar yapar bana, umulmadık bir an, ne niyetim vardır, ne ihtiyacım; tutuşturur olmadık kitabı. Dalarım içine, boyuna okurum, soluksuz.

Kitapoburlardan söz açıyor sıkça Salâh Bey güncesinde. 1989 tarihli. Namık Kemal’i anlatıyor, o da bizden… Son nefesini vermeden Hugo okumakta… Elinden düşürmüyor Sefiller’i. Hasta adam yorgun düşüyor, “biraz dinleneyim” diyerek, açık biçimde romanı yorganın üstüne bırakıveriyor. Bu son uykusudur Namık Kemal’in.
Salâh Birsel güncelerinde çok bilgi var, çok hınzırlık…


2 İnsan olan utanır halinden. Vıcıklama insan ilişkileri, kire bulanmış sözler, meymenetsiz suratlar içinde çırpınıp duruyoruz. Geçen sene; radyoculuk, meddahlık, yazarlık, gazetecilik ve bir de bolca sanıklık etmişiz. Bu soğukta, kışta, asgari ücret 1404 lira oluvermiş, mahpushaneler tıklım tıkış, özgürlükler urgana çekilmiş, hüküm verilmiş çoktan. Birileri alay ederce; yazarları, gazetecileri bir tutup, bir bırakıyor!

Yılın son gününden geride kalan:

“Kafamıza geçirdiğimiz huni boşuna değil… Eğer bu memlekette, bu çağda delirmiyorsan tuhaflık sende! Ha delilere saygım sonsuz, o ayrı!”

“İnce ince soylu bir delirmeye diyeceğim yok da; şu hamaset ve cehalet bataklığında giden aklımıza yanıyorum…”

“İki kadeh rakının eşliğinde, güler yüzle bir sohbete katılmamışların elinde oyuncak olduk, en çok ona yanarım… Deliliğin şanına yakışmıyor!”

“Velhasıl, zaman bildiğince akar, mesele güruhun gönüllü katıldığı bu sele direnmektir. Aklına mukayyet olmak, özgür delirmektir!”

“Pusu kuranlardan, arkadan hançerleyenlerden, iktidar borazanı soysuzlardan korusun vicdanınız sizi! Dileğim budur.”

“Her lafa langur lungur dalanlar var ya, işte onlar yüzünden bu haldeyiz… Tek dize okumamış, ekmeği hiç bölüşmemiş…
Cehaletin iktidarı bu!”


3 2017’in ilk dakikaları, bize nasıl bir süreci yaşayacağımızı gösterdi. İstanbul’un göbeğinde, ünlü bir eğlence mekânında insanlar taranarak öldürüldü. Dile kolay gelen, yaşayan için unutulmaz bir saldırı. Terör çağındayız. Bu yüzyıl tekinsizlik üzere kurulu… “Ben kimim?” sorusunu ısrarla yinelerim. Bir an felsefenin kuyruğuna takılır giderim, savrulurum şiirle, döner bilime bakarım, yetmez yeniden baştan alırım meseleleri. Çünkü insan her an yeni ve yinelenemezdir. Bunu bilirim. Kendini korunaklı kulesine bin kitapla kapayan Montaigne ile aynı soruların peşindeyim. Bugünü sürseydi, o günün yanıtlarından ya da sorulardan başka yerde olur muydu? Değişmiyor temel soru… “Ben kimin, kendimi bilme olanağım var mı?”

Belli bir yaştan sonra hangi yıla girip çıktığımız pek de ölçülür, üzerine tartışmaya değer bir mesele olmaktan çıkıyor. Çocuk sevinci önemli… Nisan ve arkadaşları bir arada olsun diye üç aile toplandık. Yeme içme, biraz sohbet ve gözkapakları inmeye başlayınca da ev! Eğer sosyal medya olmasaydı, ertesi güne kalacaktı vahşeti karşılamamız. Zamanlaması iyi hesaplanmış bir terör eylemi. Kargaşa çıksın isteniyor: bayağılık, yalan, vahşet, cehalet harmanlanmış, üzerimize boca ediliyor. Ölümün bu biçimine karşı ne tür bir reçete yazılabilir ki?

Kaç zamandır; kendini silah sayan, bombaya dönüşen insanların ruhlarına yakından bakmaya çabaladım. Kolay değil bu hale gelmek. Çok zaman önce “Alamut Kalesi”ni okumuştum. Terör tarihçileri için önemli bir kaynak. Demek “ben kimim?” sorusu kadar, “bizi öldüren kim?” sorusunun yanıtını da bulmalıyız.

Adıyla anılacak bir şiir bırakmak için ömrünü harcayan şairle, yedi dakikada tanımadığı onlarca kişiyi öldüren katil aynı yeryüzüne nasıl düşüyor ki?

Valery’nin “Deniz Mezarlığı” şiirinin altını çizmişim. Ucu tutuştu, yandı kâğıdının…

Rüzgâr uyandı… Artık yaşama zamanıdır!
Kitabımı bir geniş meltem açıp kapatır,
Su kayadan toz olup görünür kıyı kıyı!
Pırıl pırıl sayfalar uçuşarak gidiniz:
Yık dalga! Yık keyifli sularında ey deniz,
Yelkenin yem yediği şu asude çatıyı!
(Salâh Bey’in kitabından aktardım buraya şiirin son bölümünü, çeviri Sabri Esat Siyavuşgil’in)

4 Davıid Eagleman’ın yazdığı “Beynin Gizli Tarihi”ni bugün bitirdim. Son dönemde beni en çok etkileyen kitap oldu. Beynin ne tür bir varlık olduğunu anlamak için milyonlarca soru üretebilirim şu an. Evet, beyin ‘ben’den ayrı bir varlık ve ‘ben’den başka bir hayatı var. Bugüne denk bilinç üstüne ne söyleniyorsa alt üst ediyor. Bir yazılım var, büyük oranda bizim dışımızda gelişen bir kurgusu var ve o bildiğini okuyor. Bilincin iktidarı yerle bir oluyor böylece. Etik, hukuk gibi olgular üstüne yeniden düşünmek durumundayım.

Suç salgını yaşanan bir çağda, beyin keşfedildikçe ‘suçlu kime denir?’ sorusu her an yeniden güncelleniyor. Kitabın en sarsıcı önermesi de bu. İlkin şöyle bir kolaycılığa yönlendiriyor kaygısına kapıldım bulguların: Bizim irademiz dışında karar verici olan bir yapı söz konusu ve ‘iyi’ ile ‘kötü’ nedir, nerede başlar, sonlanır o karar verir! O halde etik sorunlar top yekûn saçma olmalı. İrade dışı gelişen olaylarda bir suçlu arayamayacağımıza göre, olsa olsa tedavi ettirmek gerekir o kişileri. Kitap tam olarak bunu savlamıyor. Ama hukuk bilimle paralel ilerlemek zorunlu diyor. Haklı.

Beynimiz yüz milyarlarca “nöron” ve “gliya” adı verilen hücreden oluşuyor. Bunlar arasında karmakarışık, açıklanması güç ilişkiler ağı var. Beynimizde dolaşan trilyonlarca sinyalin her birini ışık fotosuyla temsil edecek olsak, elde edeceğimiz toplamı hayal etmemiz mümkün görünmüyor! Düşünce nedir? Kokusu, rengi, ağırlığı var mıdır? Kitapta bunun müthiş bir sihir olduğu söyleniyor ve elbette kaçınılmaz biçimde fiziksel malzemeye bağlı oluştuğunu gösteriyor bize.

Sanat, felsefe üzerine düşünürken bu kez farklı bir ölçüt koymak gerekecek. “İçimde kim var?” sorusu hakiki, yerli yerinde ve irkiltici…

icimde-kim-var-230988-1.

5 Her gün patlama, her gün ölüm. Kaygılı seslerini işitiyorum insanların her sabah radyoda. Karanlık saatlerde başlıyor yayın, çocuklar geceleyin okula gittiklerine inanıyorlar. Belirsizlik uçurumunun kenarında salınıp duruyoruz. Bu ruh durumu hiç iyi değil. Herkes korkuyor… Öfkeli… Tedirgin… Etrafta uçuşan hamasi sözler. İnsan onca gelişkin olmasına karşın temel güdüleriyle davranıyor… Barınma, beslenme ve güvenlik. Hele ki bu tükenmeyen sabah karanlığı yok mu?
David Eagleman’ın kitabı çok etkileyici. Beynin gizi çözüldükçe, bambaşka bir kavrama seviyesine geleceğiz. Sara hastalığına yönelik bulguları ve sonuçları yazdığı bölümler ayrıca ilgi çekici. Beynin hangi bölgesinde hasar/hastalık oluştuğuna göre kişinin inanç anlayışı değişiyor örneğin. Bu hastalığı geçirenlerin aşırı dindar olduklarına dair veri son derece önemli… Bu hastalar sıkça tanrı sesi işittiklerine inanıyorlar. Şakak lobu merkezli sara hastalarında bu durum gözlenmiş, kayıt altına alınmış…
Tedavi altında olması gerekenlerin, büyük ve aşkın bir güce sahip olduklarına inanarak, bir yönetsel konum edindiklerinde neler olabileceğini düşündüm de… Ürkütücü…

6 John Berger öldü. Görmek üstüne sayfalarca yazmış biriydi. Çok zaman önce okumuş, hatta “Geç Kalmış Romantik”te bu etkiyle alıntılar yapmıştım. “Beynin Gizli Tarihi”nde altını çizdiğim bir bölüm tam da buna yanıt verir nitelikte.

“Sonra öğrendik ki, dünyayı görüş biçimimiz, gerçekte var olan şeyleri yansıtmıyor olabilir. Görüş dediğimiz şey, aslında beynin bir kurgusudur; tek görevi de kurduğumuz etkileşimler (sözgelimi, olgun meyvelerle, ayılarla ve eşlerle) ölçeğinde bizim işimize yarayacak bir öykü üretmektir. Görsel yanılsamalar daha derin bir kavramı açığa çıkarır: düşündüklerimizin bile, doğrudan erişimimizin olmadığı bir düzenekçe üretildiği…”

Bilincin egemenliği üstüne sormak ürkütücü, itiraf etmeliyim… İçimde kim var?

icimde-kim-var-230987-1.

7 Beyaz yakalıların toplantılarına konuşmacı olarak gidiyorum sıkça. Kısa yoldan bilgi edinmek, ruhlarının sancısına yanıt bulmak istiyorlar. Yaşamlarını anlamlı, eğlenceli, yaratıcı kılmak istiyorlar. Bu telaş kolayca yan yola sapmalarına, yanlış peşinde koşmalarına neden oluyor. Sırtlarında neredeyse dünyanın yükü var, onlara sunulmuş ve aslında tutsak olmalarını sağlayan konforlu bir yaşamları var; iyi yetiştikleri için, eğitimli olmanın da avantajıyla hemencecik öne geçmek, bir büyüyle başarı sağlamak derdindeler. Bu açmazlarını daha da derinleştiriyor. Soru cevap bölümleri hep uzun sürüyor. Reçete istemeleri tatsız…

Leslie Paul adlı bir yazar ki ben adını bilmiyordum, “İnsanlığın Yok Oluşu” adlı kitabında şunları demiş;
“Bütün yaşam yok olacak, bütün zihinler duracak ve her şey, sanki hiçbir şey hiçbir zaman olmamışçasına geriye dönecek. Dürüst olmak gerekirse, evrimin uğruna yolculuk yaptığı hedef de budur; yaşayıp çılgıncasına ölmenin varıp varacağı “hayırlı” son… Yaşam dediğimiz şey, karanlıkta yakılan ve hemen ardından sönen bir kibritten farksızdır…”

Bunu bildiği halde yazar, neden kitabı yaratmaktan kaçınmamıştır? Ki dediklerinin altına imza atarım.
Yarın Ankara’ya gideceğim, hava buz okurlar bekler…