Hava güzel, akşam üzeri serin bir esinti… Son aya girildi, 25 Haziran günü denizin kokusu bile değişebilir, buram buram özgürlük… Gökyüzünde yıldızlar, belki başka türlü parlayacak, kim bilir... İçimdeki ses, ne zaman hayal kursam, kurduğum hayalleri gerçeklik testine tabi tutuyor. “Dur biraz, acele etme, dereyi gör, sonra paçaları sıvarsın.” İçimdeki ses, bu ülkede her şeyin, güçlülüğün ve güçsüzlüğün, umudun ve umutsuzluğun sürekli olarak abartılı bir biçimde yaşandığı yönünde uyarır beni. Ne sanıldığı kadar kötü durumdayızdır, ne de sanıldığı kadar iyi…

Selahattin Hilav’ın “Entelektüeller ve Eylem” kitabında vardı, Nerval’in Doğu toplumları için yaptığı tespitler. Nerval’e göre, Doğu toplumlarında insanlar “her zaman kuvvetli ve geçici izlenimlerin etkisinde” kalıyordu; güç karşısında boyun eğmeye yatkın oluşları ve kuşkulanmayıp her şeye kolayca inanmaları, her şeyi mümkün kılıyordu. Popülist politikalar, belki de bu yüzden kolayca taraftar buluyor bu topraklarda. Ama Nerval’in tespitindeki “her şey” sözcüğü mühim, sadece kötü şeyleri kapsamıyor her şey.

İçimdeki ses, bu aralar konuşkan. Seçimler yaklaştıkça, kaygıdan olsa gerek konuşkanlığı iyice arttı. Okuduğum kitaplara da karışıyor sık sık. YKY’den yeni çıkan Rachel Cusk’ın “Geçiş” adlı romanını okurken, edebiyatta aşırılıktan bahsedilen bölüm ilgisini çekmişti. Londra’daki bir edebiyat festivalinde Julian, kendi yazarlık serüvenini anlatırken kedisi Mino ile bir kuş arasında geçen bir hikâyeden bahsediyordu. Mino, kuşu toprağa mıhlamışken, kuşun güçsüzce kanat çırpışını izleyen yazarın hissettiği ilk şey suçluluk duygusuydu, çünkü kendi kedisi bunu yapmaktaydı, sonrasında ise “sorumluluk duygusu” belirmişti, kuşu kurtarmak için müdahale etme ihtiyacı duyuran. Yazar, dış dünyada kedisi Mino’yla, iç dünyasında ise yaralı kuşla özdeşleştiğini fark etmişti. İçimdeki ses, “Ne yaman çelişki” diye araya girmişti hemen, “Zavallı iç dünyamız… Kendi kendimizin avcısı olmak…”

Julian, sorumluluk duygusunun, dış dünyasıyla iç dünyasının çatışmasından kaynaklandığını düşünüyordu: “Bir yanının Mino’dan nefret etmesi gerekiyordu, ancak Mino onun bir parçasıydı. Kuşun kurtulmasını izlemek, ona gerçekliğin gelişigüzelliğini ve acımasızlığını hatırlatmıştı.” Julian, tanık olduğu bu sahne ile, aslında kendi içindeki kuşa, tıpkı Mino’nun yaptığı gibi yıllar içinde sürekli güç gösterisinde bulunduğunu fark etmiş, “vahşi olması gerekirken kapana kısılı vaziyette durmakta olan, çılgına dönmüş bir varlığı, en zayıf noktası özgürlüğünü kaybetmek olan bir varlığı içinde hissetmişti.”

Fernando Pessoa, “Huzursuzluğun Kitabı”nda, “Ruhum boşluğun etrafında dolanıp duran uçsuz bucaksız bir baş dönmesi” derken, o kuştan mı bahsediyordu, boşlukta, boşluğun girdabında uçan bir kuş? “Benlik Pratikleri”nde Raud ve Bauman, Pessoa’nın iç ve dış dünyayı birbirinden öyle kolay ayrılamayacağını gösterdiğini söylüyorlardı. “Etrafımızı saran her şey bizim bir parçamız haline gelir, etin ve hayatın algılarına sızar” diyordu Pessoa. Sennette ise, “En güçlü kimliğe, ona sahip olduğunu fark etmediğin zaman sahipsindir; sadece o kimliksindir. Yani kendinin en az farkında olduğun zaman vakit, en çok kendin olduğun vakittir” diye yazmıştı. Mino ve o kuş için, iç ve dış dünya ayrımı yoktu, bütünüyle kendileriydiler; ama Julian, iç ve dış dünyasının çatışmasını yaşıyordu, hem Mino, hem o kuş, hem de onları gözleyen kişi olarak.

İç sesim, neden beni seçimleri düşünürken buraya doğru sürükledi, iç ve dış dünya ayrımına? Bana anlatmak istediği neydi? Toprağa mıhlanmış o küçük kuş için sorumluluk duymayacak olanlara dair bir şey mi söylemek istiyordu? Seçim vaatlerinde bulunan adayları, Raud’un dediği gibi, iç dünyamızda beliren resimler aracılığıyla dinlediğimiz için mi, hakikatte uzlaşılamıyordu? Bir Batılıyı ya da Doğuluyu, iç dünyasındaki resimler mi birbirinden ayırıyordu? O güçlü kimlik yanılsaması, kuşun mıhlandığı yerden kaçamaması mıydı? O kuşu, yeniden havalandıracak olan neydi? Sorumluluk duygusuyla bir müdahale… Kendine, yaşadığın topluma ve diğer canlılara karşı sorumlu hissetmek, iç dünyayla dış dünya arasındaki diyalogla ancak mümkün olabilirdi. Şimdi benim iç sesimle birlikte düşünmem gibi.

Deniz ve kokusu benim bir parçam, onlarla düşünüyorum, onlar gibi…