Sizi bilmem. Ama İstanbullu çoğu kadın bir kitapla, dosyayla ya da çantayla göğüslerini saklamayı, yeri geldi mi de onları bir silah gibi kullanmayı bilir. Kim bilir kaç kadın bazı sokaklardan geçerken göğüslerin katlanıp çantaya atılabilen bir şey olmasını içinden geçirmiştir. Minibüslerde otururken ayakta duran adamların bakışlarını hissetmiş ve kaç kere bu yüzden ayakta kalmayı tercih etmiştir. Ayakta kalınca da ha bire arkasını kontrol etmekten, ineceği yeri şaşırmıştır. Kimi bir minibüste tacize uğradığında ne yapacağını bilemediğinden “inecek var” diye bağırmış, hesap etmediği bir yerde tekrardan minibüs beklemeye başlamıştır. Sırf bu yüzden kaç kadın gideceği yere geç kalmış,  nedenini anlatmaya çekindiğinden bir yalan uydurmuştur. O kadın, bu yüzden toplu taşıma araçlarında hep bir kadının yanına oturmayı tercih etmiş, eğer bir adamın yanı boşsa birkaç saniye içinde kişilik analizi yapmaya çalışıp, onu taciz etme ihtimalini hesaplayarak oturmaya ya da ayakta durmaya karar vermiştir.  İstanbullu çoğu kadın, sırf kadın olduğundan onu rahatsız hissettirenleri Kill Bill’deki kadınlar gibi sanatsal dövebilmeyi canı gönülden istemiş,  hayal etmiştir.

Ama erkek olmak da kolay değil bu şehirde.  Çünkü İstanbul’da erkek olmak da devamlı dört bir yanı kollamayı gerektirir. Güçlü ve korkusuz olmayı zorunlu kılar erkeğe. Bir arkadaşım kısa boylu olmasına rağmen arıza çıkarmaktan hiç çekinmezdi.  İşaret parmağı sallanarak desteklenen «sen bittin oğlum» gibi tehditlerin, tükürüklerin saça saça savrulduğu yıllarda çok kavgalara karışmıştı. Şimdi ergenliğinin üzerinden yıllar geçmişken, o, kavga olsa bırakın ayırmayı dayak yemeye bile üşenir.  Geçen yıldı sanırım, arkadaşlarıyla Kadıköy’de bir bardan çıktığında etrafında birden dokuz-on kişi belirmiş. Bu adamlar « ne bakıyorsun » diyerek yumrukları, tekmeleri havalarda uçuşturan, kadınlara vurmaktan çekinmeyen, muhtemelen ceplerinde bıçak taşıyan, kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlardanmış. Arkadaşım yalnız değilmiş. Hayatında bir kere bile kavgaya karışmamış X yüzüne yumruğu yediğinde, “bir dakika arkadaşlar ben avukatım” diyen Y de daha cümlesini bitirdiği saniyede uçan tekmeden nasibini almış. ( “çekilin ben doktorum” etkisi bekledi belki de bunu söylerken) Bir süre kolaylık olsun diye yerde hiç kıpırdamayan arkadaşım, yediği dayağın ardından bir fırsatını bulup kaçmayı başarmış. Hiç de sportif olmamasına rağmen ne kadar hızlı koşabildiğini o gün anlamış. Biraz içip, muhabbet etmek için evden çıkılan gece hastanede bitmiş. Sonuç: hiçbir şey. Yaptıkları yanlarına kalmış. Bizimkilerin kaşı dikilmiş, morluklar bir aya geçmiş ama… Bu olaydan bir müddet sonra o dokuz-on kişilik adamlardan biri Kadıköy’de birini bıçakladı.  Bu olay Kadıköy’de ilk defa onların başına gelmedi. Maalesef son kişiler de onlar olmayacak.  Aynı arkadaşım, başka bir gün otobüste mini etek giyen bir kızı telefonuyla kameraya çeken adamı görünce, bu sefer üşenmeden adama ahlak dersi vermeye kalkmış. (bunu yapmadan önce adamın boyutlarını, çıkacak olası bir hadisede kendisinin yanında yer alacakları hesaplamayı ihmal etmemiş). Adamın telefonunu bir güzel kırmış atmış. Olaya başkaları da karışmış. Sonunda adam hem telefonundan olmuş, hem hırpalanmış, hem de otobüsten yaka paça atılmış.

Aile içi şiddet, okulda şiddet, iş yerinde şiddet, çocuğa, kadına, hayvana şiddet, mecliste şiddet, bilgisayar oyunlarında şiddet… Medya ve şiddet, toplum ve şiddet, politika ve şiddet, postmodern şiddet… Sağım-solum-önüm-arkam şiddet. Ortak bir nefret yaratmak elbette yanlış. Gidişatın sosyolojik, psikolojik yönlerini anlamak önemli.  Ancak siz eve giderken birden biri karşınınıza çıkıp kaşınızı patlattığında, tacize uğradığınızda, tecavüz haberleri okuduğunuzda çok da kolay olmuyor.  Bir süre sonra çaresizlikten kendi adalet sisteminizi kuruyorsunuz.  Belki siz de bir gün ortada hiç sebep yokken yoldan geçen birine okkalı bir yumruk atan biri oluveriyorsunuz.

 
Öyle ya, herkesin kendi adalet sistemini oluşturduğu bir dünyada kim haklı çıkar?