Bu hafta Gezi’de yaralanan Evren Köse, Hülya Arslan ve Aydın Aydoğan’la Gezi Parkı’nda buluştuk, hayatlarının nasıl değiştiğini konuştuk

İçişleri Taksim’e ‘Polis sizi vurabilir’ tabelası assın

> ONUR EREM @onurerem

“Herkes gibi sıradan, sıkıcı bir hayatım vardı. Bir gün duydum ki bir şey yapıyorlarmış buraya. Yapmamaları gerektiğini düşündüm ve tepkimi göstermeye geldim. Polis aklını kaçırdı, saldırdı. Sonra da ben aklımı kaçırdım.”
Böyle anlatıyor Gezi Direnişi’nde ağır yaralanan Evren Köse. 11 Haziran 2013’te polisin Gezi Parkı’na saldırmasının ardından parkı terk edip Talimhane’de bir sokakta oturmuştu, bir polis memuru beş metre arkasından kafasına gaz fişeği sıkarak kafatasını kırdığında. O, Gezi Direnişi’nde yaralanan binlerce insandan yalnızca biri. Bu hafta Gezi’de yaralanan Evren Köse, Hülya Arslan ve Aydın Aydoğan’la Gezi Parkı’nda buluştuk, hayatlarının nasıl değiştiğini konuştuk.

“İstanbul’da milyon tane öyle saçma sapan AVM var ama başka bir yeşil alan yok kent merkezinde. Bu yüzden geldik, laf anlatmaya çalıştık ama dinlemek yerine sopalarla, coplarla, plastik mermi ve TOMA’larla saldırdılar” diyor Köse, “Ben bu parkta beni korumak için varolan polisler tarafından, hiçbir yasadışı iş yapmazken vuruldum”.

Köse’nin Gezi’de gördükleri, devlete bakışını tamamen değiştirmiş: “31 Mayıs’ta bir barikatı ilerletmeye çalışırken elime gaz fişeği geldi. Yere oturup dinleniyordum ki Kürt bir arkadaşım aradı. ‘Kafamıza plastik mermi sıkıyorlar’ dediğimde ‘Oğlum bizim kafamıza yüz yıldır gerçek mermi sıkıyorlar, söylüyoruz anlamıyorsunuz’ dedi. O gaz bulutunun içinde oturdum ve düşündüm, nasıl ki ben burada gaz yemeye meraklı değilsem Kürtler de evdeki sıcak yataklarını bırakıp sırtına silahı takıp dağlara çıkmaya meraklı değildi. Gezi bunu anlamamı sağladı.”

Köse, başlattığı hukuk sürecinden umutlu değil. Türkiye’de hukukun işlemediğini düşünüyor: “Hukuk işleseydi Topçu Kışlası hakkında yürütmeyi durdurma kararı uygulanırdı, o kepçeler buradan giderdi, biz de burada oturup saz çalar, türkü söyler, paramız bitince de çeker eve giderdik. Hukuk olmadığı için bu kadar kişi öldü. 15 yaşında bir çocuğu toprağa verdik be… Birileri bizi vurdu, biri çıktı ‘Emri ben verdim’ dedi, kimse de ona sen ne ayaksın diyemedi… Buradaki halk hariç. Biz burada güce sahip olanların her şeyi düşündüğü gibi, kolayca yapamayacağını gösterdik. Ben buraya gelirken inşaatı durdurabileceğimizi düşünmüyordum ama birkaç gün geciktirebiliriz diyordum. Beklediğimden fazlasını elde ettim. Bana bedeli çok ağır oldu, ama buna değdi.”

Uzun süren iyileşme süreci nedeniyle işini bırakmak zorunda kaldığını, çevresindekilerin destekleriyle yaşamını idare ettiğini anlatan Köse, artık geleceğe dair hiçbir plan yapamadığını söylüyor: “Neresi olduğunu bilmediğim bir yerdeyim. Bazen böyle dalıp gidiyorum. Önceden de dalardım ama çıktığımda nereye gittiğimi bilirdim. Vadesi gelmiş bir çeki düşünürdüm, 2 gün sonraki randevumda ne giyeceğimi düşünürdüm… Şimdi ne düşündüğümü de bilmiyorum”.

Sonra Aydın Aydoğan anlatıyor: “Gezi’den önce standart bir aile babası hayatı yaşıyordum. Gezi’ye 1 Haziran 2013’te geldim ilk defa. Çok değişik insanlarla tanıştım, çok güzel sohbetler ettim. 11 Haziran’da polis saldırmaya başladı Gezi Parkı’na. Yaralıları taşırken benim de ayağıma gaz fişeği sıktılar. Aşil tendonum koptu, yere düşerken de elimdeki bir parmağı kırdım. Bir otelin aracına bindirdiler hastaneye götürmesi için. Ama sürücü bizi Beşiktaş’ta polislere teslim etti. Polisler bizi döverek indirdi araçtan, ambulansla hastaneye gönderdi.”

Aydoğan için sonrası bitmek bilmeyen hastane randevuları ve hukuki işlemlerle dolu. Gezi’ye katıldığı için işinden atılan Aydoğan, bir sonraki işinden de aynı gerekçeyle çıkarılmış. “Bizim yaralarımız açık ama dosyalarımız kapalı” diyor.

Aydoğan toplumda kendisine “Devlet ne yaparsa doğrudur” diye öğretildiğini, ancak Gezi’ye birlikte bunun doğru olmadığını gördüğünü söylüyor: “Soruşturma dosyasında hastane raporumu değiştiren devlete temkinli ve şüpheli bir gözle bakmaya başladım”. Gezi’yi hiçbir partinin anlamadığını düşünen Aydoğan “Gezi’nin ruhu ve birikimi burada, bir gün tekrar paylayacak elbet” diyor. Aydın Aydoğan’ın devlete karşı açtığı davada İçişleri Bakanlığı kendini “Mayınlı araziye girerek ölen çoban” örneğiyle savunmuş. “Madem öyle, Taksim Meydanı’na da ‘DİKKAT POLİS SİZİ VURABİLİR’ tabelası assınlar” diyor. Aydoğan, herkesi 9 Haziran’da görülecek duruşmasında destek vermeye çağırıyor.

Son olarak Hülya Arslan anlatıyor: “Gezi’den önce mükemmel bir hayatım vardı. Akdeniz Üniversitesi’nde öğrenciydim, İstanbul’a gelip çalışmaya başlamıştım o yaz. Gezi direnişi başlayınca işten ayrıldım ve 30 Mayıs’ta Gezi’ye geldim. O günden itibaren de orada kalmaya başladım. ‘Burada olmam, burayı savunmam lazım’ diye düşündüm. Çadırımı genişlettim, annem ve kardeşlerim de benimle kalmaya başladı. 11 Haziran’a kadar gayet güzel bir beraberlik içindeydik burada. 11’i akşamı da vuruldum.”

Polisin 8-10 metreden nişan alarak attığı plastik mermiyle gözünü kaybeden Arslan, uzun süre psikolojik sorunlarla boğuştu. “Kaybedecek bir gözüm daha yok” diyerek odasından, evinden çıkamayan Arslan, Balıklı Rum Hastanesi’nde gördüğü psikolojik tedaviyle 1 yılın ardından sorunlarını aştı. Gezi’den sonra hayatındaki en büyük değişikliğin iktidarın baskısının ne kadar artabileceğini görmek olduğunu söylüyor: “Gezi’den hemen önce artık bir şeylerin yanlış gittiğini düşünmeye başlamıştım. Bu nedenle Gezi’ye geldiğimde gördüm ki yalnız değilim, büyük bir kitleyiz. Artık devletin gözünü korkuttuğumuzu fark ettim. Kaybımız var, olacaktı zaten. Hepimiz başımıza bir şeyler gelebileceğini bilerek geldik Gezi’ye. Geleceğimiz için, iktidarın yalanlarına karşı uyuyan insanların uyanmasını istiyorum. Tek çaremiz bunların başımızdan gitmesi ve bunun için elimden gelen her şeyi yapmaya devam edeceğim.”