İclal Aydın: Toplum olarak kaybettiğimiz  mutluluğumuzun peşindeyiz

MELTEM YILMAZ
@meltemmmylmaz

İclal Aydın, 15 yıl aradan sonra yeni şiirlerinden ve seçtiği sevilen şarkılardan oluşan «Unutursun» albümünün ilk konserini 25 Mayıs Perşembe akşamı Beşiktaş Kültür Merkezi'nde gerçekleştirecek. Türkiye kamuoyunun yakından tanıdığı güler yüzlü sanatçı İclal Aydın, bu haftaki Pazar Söyleşisi’nin konuğu oldu. İclal Aydın’a içinde yaşadığımız dönemin kültür ve sanat ortamına yansımasını sorduk. Gelinen noktada geriye doğru gidiş olduğunu kabul eden Aydın, umudundan bir şey kaybetmiyor ve ekliyor: "Toplum olarak kaybettiğimiz mutluluğumuzun peşindeyiz."

Öncelikle albümünüz hayırlı olsun. Bu albümün fikri nasıl oluştu?

Birkaç ay önce çıkan son romanım “Unutursun”u yazarken, her karaktere göre bir şarkı listesi oluşturuyordum. Örneğin arabada seyahat ederken radyoyu açıyor, “Bu şarkı bu karakteri anlatıyor” diyerek kitabımdaki karakterlerden “İsmail listesi”, “Nariye listesi”, “Ethem listesi” hazırlıyordum. Sonra kitabın son okumalarını yaparken kendi kendime, neden filmlerin soundtrack’i oluyor da kitapların olmuyor” diye sordum. İşte bu soru beni harekete geçirdi.

Bir başka deyişle üretim sürecinizde, müzikle edebiyat birbirlerine tetikleyici oldu.

Kesinlikle, her zaman öyle. Albüm yapma kararı verdikten sonra şarkı listesi hazırladığım karakterlerin hikâyelerini de şiirsel metinlere dönüştürdüm. Böylece ben de şiir okuyan sesimle albümde yer aldım. 15 yıl sonra yeniden şiir okumuş olmak benim için ayrıca anlamlı. Daha sonra Dokuzsekizmüzik’in sahibi Ahmet Çelenk’le görüşerek, bir kitap soundtrack albümü hayata geçirmeye karar verdik. Bu albüm benim için kalben bir çalışma. Zira başarı, insanı bir süre sonra garip bir şekilde soğukkanlılığa götürüyor ve bu durum aslında mutluluktan da eksilten bir şey. İşte bu albümde o zaman içinde içime yerleşen ve beni mutsuz eden soğukkanlılık yok. Çocukca bir sevinç içindeyim. Albümde Koray Avcı, Cem Adrian, Gökçe Kılınçer gibi çok değerli isimler var. Sanıyorum bu duygu dinleyiciye de geçmiş olmalı ki, gece 10.30’da satışa çıkan albüm ertesi sabah ikinci sıraya oturmuştu.

İlginç bir çalışma gerçekten: Roman karakterleri için seçilen şarkılar ve bu birlikteliğin yarattığı şiirler… Zorlayıcı olmadı mı?

Zorlayıcı olmadığını, aksine tamamlayıcı olduğunu düşünüyorum. Zira şiir de, tıpkı edebiyat ve müzik gibi, hayatın içinde yer aldıkça anlam buluyor. Zaten o yüzden özellikle İkinci Yeni şairleri bugün hâlâ varlıklarını sürdürüyor. “Unutursun” romanı yazarken de bu şiir albümünü yaparken bana yol gösteren, aslında bir süredir anılarını kaybeden annemin unutmadığı şarkı ve şiirler oldu. Hastalığı ilerledi ve artık benim adımı, kim olduğumu bilmiyor. Ama annemin ezberindeki şiirler, şarkılar hâlâ yaşıyor. Annemin Alzheimer süreci bende de kardeşimde de hayatla ilşkimize dair çok şey değiştirdi.

Yıllardır, kültür endüstrisinin farklı alanlarında üretimde bulunan bir isimsiniz. Bugün gelinen noktada, kültür sanat alanlarında neyin değiştiğini, neyin eksilip neyin güzelleştiğini düşünüyorsunuz?

Öncelikli şunu belirteyim: Ben çocukken de, büyürken de vardı. Ama sanırım benim ömrümün tanık olduğu en güçlü “otosansür” dönemindeyiz. Türkiye’de sansür hep vardı ama hiçbir zaman insanları bu derece şiddetli bir otosansüre sürükleyen bir dönem olmamıştı. 71 doğumlu biri olarak benim tanıklığım bu yönde. Dolayısıyla, bugün yazılı ve görsel basında toplumun aradığını bulamayışının geldiği bir nokta var, bir bıkkınlık noktası. Ne haberler ne de programlar insanları tatmin ediyor. Hepsi birbirinin aynısı, hep aynı ses, aynı haberler, aynı diziler, aynı diyaloglar. Ama şimdi ne oluyor biliyor musunuz? Gerçek sanat yükselmeye başlıyor. Buna inanıyorum. Önümüzdeki 2- 3 yıl içerisinde çok güzel sanat eserleri göreceğiz. İnsanlar gerçeğe karşı derin bir özlem ve susuzluk içinde. Toplum olarak kaybettiğimiz bir mutluluk var, onu yeniden kazanmanın peşindeyiz. Bu yüzden iyi bir şeyler yapanların başına bir şey gelir mi diye bir telaş içinde izliyoruz.

Siz, kişisel olarak neyi özlüyorsunuz?

Üniversite yıllarımda hatırlıyorum, derse uykusuz gitme pahasına, sabaha kadar tartışma programları izlerdik. Ve o programlarda bağıran çağıran değil, birbirini saygıyla dinleyen karşıt görüşlü insanlar vardı. Bunu özlüyorum. Şimdi inanır mısınız, televizyon izlerken, konuşan kişinin yerine ben utanıyorum. Bu tartışma programında da böyle, evlilik programında da böyle, değişmiyor. İşte bu yüzden hiçbirini izlemiyorum. Bizim sabah programı yaptığımız dönemde, 1997’de programa Selim İleri, Duygu Asena, Feridun Düzağaç, Duman gelirdi... İsimlere bakın. Onları ve doya doya anlattıkları ortamı nasıl özlemem?

Yazım serüveninizi değerlendirdiğinizde, yazdıklarınızdan memnun musunuz?

En son yazdığını en çok seviyorsun tabii ama ben her anlamda ömrümün ikinci yarısını yaşıyorum. Geçmişte yaptığım, alkış alan bazı işlerden bugün itiraf ediyorum bazen pek memnun değilim. Yaptığım bazı programlarla da, yazdığım bazı kitaplarla da şimdi aynı fikirde değilim. Örneğin bazen internette karşıma bazı alıntılar çıkıyor, altında benim ismim var. Bunu ben mi yazmışım diyorum, araştırıyorum ve görüyorum ki evet, bir kısmını gerçekten de ben yazmışım. Böyle bakıp bakıp bunu nasıl yazmışım dediğim yazılar oluyor çünkü. Ama büyümek de biraz böyle değil mi? Hayata sitem ve şikâyet dolu baktığım dönemler bunlar. Şimdi de öyle bakarsam hep aynı hayatı yaşamış olmaz mıyım?

Sosyal medyanın bu kadar yoğun kullanılmasının, yazarlığınızı olumsuz etkilediğini mi düşünüyorsunuz?

Her zaman değil. Ama size şöyle yanıt verebilirim: Son romanım çok güzel eleştiriler aldı, ancak yakın bir arkadaşım çok içtenlikle bana şunu söyledi: “Çok güzel bir roman yazmışsın, bayıldım. Tek handikap, kapakta senin adının olması” Çok gülmekle beraber biraz içim de sızladı. Sosyal medyayı bugün sadece üretim amaçlı ve çok özenli, doğru kullandığımı düşünüyorum. Yine de bir tesellim var. Bir yazarın en önemli sigortasının zaman olduğuna inanıyorum. İyi bir iş zamanla karşılığını mutlaka buluyor.

Güncel yazılarınızda da, kitaplarınızda da aşktan söz eder ve çok okunurdunuz. Bugün aşka nasıl bakıyorsunuz?

Elbette asla aynı bakmıyorum. Yirmi yaşımdaki heyecanım, otuz yaşındaki kederim aynı kalmıyor. İnsan çocukken düşe düşe büyür. Çabucak iyileşir yaraları. Kemikleri kaynayıverir. Ama bir yetişkinin öyle mi? Ne dizini kırığı ne kalbinin kırığı, öyle kolay iyileşmiyor yaş ilerledikçe. Kalbin ve vücudun kendini onarması çok güçleşiyor. Bağışıklık sistemi düşük insanlar hastalanmaktan kaçınır ya özen gösterir kendine... İşte ilerleyen zaman insana temkinli olmayı öğretiyor. Bende öyle oldu açıkçası. O yaraya bereye halim de yok, özlemim de yok. Dengeli, eminlik hissinin hâkim olduğu, güven duyduğu bir evliliğe gözü gibi bakar oluyor insan. Hakiki aşk bu sanırım.

Okurlarınız genellikle kadınlar olduğu için gözlemleriniz önemli. Bu ülkede kadınlar, duygusal olarak en çok neden hırpalanıyor?

Ekonomik olarak en bağımsız olanı da, okuma şansına kavuşamamış olan da hep aynı sızıyı taşıyor aslında. Kadri kıymeti bilinmemişlik. Birisi olmak bir çocuk için bile ne kadar önemlidir. Birbirinde teşekkürü esirgeyen ve karşısındakine sürekli “sen kimsin ha?” diye soran bir toplumun içinde giderek keskinleşiyoruz. Erkeklere tatlı bir önerim var. “Teşekkür edin” Çok basit. Sadece teşekkür edin. Bir teşekkürle ne çok şeyin değişebileceğini bir bilseler.

25 Mayıs akşamı BKM’de konser var. Roman karakterlerinizde Yaşar annenizden izler taşıyormuş. Hatta onun unuttuklarını unutmamak için yazıyorum demişsiniz. O gece konsere gelecek mi o da? Madem onun sevdiği şarkılar bunlar?

Çok düşündüm bunu. Ama sonra gelmemesinin daha iyi olacağına karar verdik. Zaten albümdeki şiirleri okurken ben ayrı, müzisyen arkadaşlarım ayrı ağladılar. Annem o gece bu şarkıları dinlerken eminim çok duygulanacak. Ama duygusunu ifade edemediği zamanlar çok sıkıntılı oluyor. Anlatmak istiyor ama anlatamıyor. O an onun kabine girmek istiyorum. Belki üzülür diye o gece konsere getirmeme kararı aldık.