Küçük bir çocukken henüz çiçeği burnunda avukat olan teyzemle dolanır dururduk sokaklarda. O zamanlar Ankara’da, şimdi yerinde yeller esen, Set Café, Piknik ya da Sergen Pastanesi en çok gittiğimiz mekânlara dönüşürdü. Haftada bir gün de yolumuz AST’a ( Ankara Sanat Tiyatrosu) düşerdi. Dönemin en çok izlenen oyunlarından biri de, Faruk Erem’in kitabından yola çıkılarak sahneye taşınan, “Bir Ceza Avukatının Anıları”ydı. O küçücük halimle oyunu kaç kere izlediğimi hatırlamıyorum. Demek ki, genç bir hukukçu olan teyzem oyunla kendi işini özdeşleştiriyor, mesleğinde insana ait yanları çıkartıp içinde tartımlıyordu. Hâlâ aklımda ellenmeden duran sahnelerden biri, yanlış karar veren hakimin bir masumu idam sehpasına yollamasıydı. Hakim yıllar sonra hakikati anlasa da iş işten geçmiş, olan olmuştu. Kerim Afşar’ın o yumuşacık sesi durumun vahametinin üstünü örtmeye yetmiyordu.

80’li yılların soğuk ikliminde Necdet Adalı’dan başlayarak arka arkaya idam cezaları uygulanmaya başlanmış, hatta yaşı büyülterek Erdal Eren de ölüme yollanmıştı. AST, dönemin ağırlığına rağmen itirazını yüksek sesle yapıyor, idam cezasını insani olan bir arenada tartışmaya açıyor, insan hakları gibi çokça ötelenen bir kavramı yeniden hatırlatıyordu.

Aslına bakarsanız, idam cezası, ülkemizde 2001 Anayasa değişikliğine kadar çok tartışıldı. Barış zamanında idam cezasının kaldırılmasının ardından 2004 Anayasa değişikliği ile, savaş zamanında da kaldırılmak suretiyle, ölüm cezası tarihe mal oldu. Tümüyle kaldırma süreci, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve uygulaması ile uyum sağlamak için de önemli bir adıma dönüştü. Şimdilerde ise, idam cezası, gündelik siyaset dilinde zaman zaman yeniden parlatılmak istenen zorlama bir tartışmanın odak noktası!

Geçtiğimiz sezon Ankara Devlet Tiyatrosu’nda Akif Yeşilkaya’nın sahnelediği “On İki Öfkeli…”, aynı zamanda kült bir filmdir de. Varlıklı bir büyük şehrin kenar mahallesinde yaşayan bir azınlık mensubu genç, babasını öldürmekle suçlanır. Son karar ise jürinindir. Daha başlangıçta deliller ve tanıklıklar gencin idam cezasına çarptırılacağı bilgisi öne çıkar. Oyunda da filmde de, jürili sisteme yönelik bir eleştiri konu edilir. Ancak daha önemlisi kişilerin çokca öznel dayanaklarla idam cezasını öne sürdüğünü görürüz. Üstelik adına azınlık diyelim, ötelenen, kayıtsızlıkla ya da menfaatle suçlanan kesimler diyelim, siyasi olarak ayrı bir perspektiften bakan diyelim, bunların hepsi jürinin hızlı bir idam kararı vermesini kolaylaştırıcı unsurlar olarak karşımıza çıkar. Ta ki hakikat konuşulmaya başlanana kadar…

Albert Camus’nün “Giyotin Üzerine” ile Arthur Koestler’in “Darağacı Üzerine” yazılarını birleştirilerek 1957’de Paris’te “İdam Cezası” adlı altında çıkan ve bizde Ali Sirmen çevirisiyle “İdam” olarak basılan kitabı çokca elime almışımdır. Koestler, Ortaçağ’da İngiltere’de yankesiciliğin cezasının ölüm olduğunu bildirir. Ama işin tuhaf yanı şudur: Yankesicilik suçunun en çok işlendiği yerler ise, idam cezalarının infaz edildiği alanlardır. Yankesiciler, meslektaşı asılırken kendi işini yürütmektedir. Bu da cezanın aslında caydırıcı olmadığını tekrar tekrar hatırlatır.

Şu bir gerçek ki, hukuk açısından, idam cezasını geri getirmek için Anayasa değişikliği ötesinde, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkması ile sonuçlanabilecek bir süreci de başlatabilir. Bu işin siyasi yanı. Ancak, idam cezası tartışması siyaset ötesinde bir dili kendine aracı kılmak zorunda. Kendi adıma işin insani ve vicdani boyutuyla daha çok ilgilenerek yerindelik açısından da, kadın ve hatta çocuk katilleri için bile olsa, ölüm cezasının geri getirilmesinin, ulaşılmak istenen amaca hizmet etmeyeceği düşüncesindeyim.

Sorunu bugüne kadar araçsallaştıran pek çok sanat yapıtı çıktı karşımıza. İyi ki çıktılar! Şu bir gerçek ki, idam cezası toplumsal ve psikolojik boyutları ile “yetişkinlerin eğitimi” yönüyle de ele alınmaya muhtaç bir konu. Toplumda güvenlik önlemlerinin hukuku etkili kılmak için geliştirilmesi ve bu yönde toplumda bir inanç oluşturulması önem taşımakta. “Herkes için insan hakları” eğitiminin de yaygınlaştırılması gerekir; kaldı ki insan hakları konusunda ortak bir dil ve kültürün oluşturulması, evrensellik penceresinden bakmakla mümkün olabilir.