Yazar, hekim, oyuncu ve senarist Ercan Kesal’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan son kitabı Cin Aynası ses getirmeye devam ediyor. Birçoğu BirGün’ün Pazar Eki’ndeki yazılardan oluşan kitapta Kesal, insanlığı, toplumsal tarihimizi, ölümü, zulmü, siyaseti, direnmeyi ve sinemayı işliyor. Kesal’la, kitabı Cin Aynası ekseninde acılarımızı, edebiyatı ve sinemayı konuştuk.

İdam ekilen topraklardan sevgisiz bir ülke biçildi

UĞUR ŞAHİN / ugursahin@birgun.net

Kitabın isminden başlayacak olursak, Peri Gazozu isimli kitabınızda olduğu gibi, “Cin Aynası” ismi de sıradan değil… Neden Cin Aynası?

Cin Aynası kitap ismi olarak hep aklımda vardı. Yaman bir öztürkçeci olan Nurullah Ataç sıkı da bir sinema meraklısıdır. Günlüklerinde çok sık gittiği filmlerden söz eder. Üstelik, dönemin koşullarında seyrettiği filmler hiç de yabana atılır cinsten değil. Filmle ilgili yazdığı her eleştiriye, “Ben bu sinema kelimesini hiç sevmiyorum aslında,’’ diye başlıyor. Önce Kinema ismini öneriyor. Sonra Cinema, sonra kendi ifadesiyle ‘’Cinli minli aynalı bir isim olsa. Cin Aynası bile olur” diyor.

Politikayı, sinemayı, toplumsal acılarımızı ve anılarınızı Cin Aynası’nda kesintisiz bir bütünlükle toparlamışsınız. Bunu nasıl başardınız?

Yaşlandıkça daha objektif oluyor ve bir sürü şeyden arındığını hissediyorsun. Kafa karışıklığın hala devam etse de, daha sakin ve telaşsız bakabiliyorsun bir çok şeye. Şunu görüyorsun; hayatınızda bazı şeyler sürekli yineleniyor ve bunun bir takım simgeleri var; bunlar bazen duygu, bazen de nesne olarak gösteriyor kendini. İşkencede ölen, asılarak öldürülen ya da çatışmalarda hayatını kaybeden çok fazla insan hikayesi yaşadık. Bu insanların hayatlarına baktığımda içimi yakan her neyse, aynı şeyin çocukluğumda da, ergenliğimde de enteresan bir şekilde başka bir sebeple karşıma çıkarak içimi yaktığını fark ediyorum. Aşı olmak istemediği için sırtındaki ceketi bırakarak kaçan ve özgürleşen çocukla, 90 yaşında babamın , “Oğlum ben bunu taşıyamıyorum, sırtımdan al bu ceketi” demesi, bana duygudaş geliyor. Ya da idam edilen bir devrimcinin geride kalan ceketi, içime benzer kederler bırakıyor. Bu nesneler, yanından geçip gittiğimiz şeyler ve farkında olmadan yaşayıp, unuttuğumuz duygular hayatımızda çok kıymetliler, orada duruyor ve kendilerini sık sık hatırlatıyorlar. Bir yerde okumuştum: “Hatırlamak denilen şey, bir köpeğin, siz onu hiç istemediğiniz halde salonda kaybolmuş terliği ağzında taşıyıp önünüze bırakması gibidir.” Hatırladıklarımız, “Hay Allah, şimdi nereden çıktı bu?” dedirten şeylerdir ya, işte ben bunun peşine düşüyorum. Peşini düştüğüm şeyler aslında benim bilinçaltım, ‘’gerçek bilincim’’ yani!

Peki geçmişin bir büyüsünden bahsedebilir miyiz?

Şimdiki zamanı kıymetlendiren şey, onun birazdan anı olacak olmasıdır! Zaman, avucumuzdan akıp giden kum gibi... Geriye dönüp, ona dur deme şansın yok ama anıyı geriye çağırma şansın çok! Sinemanın gücü de buradan geliyor zaten. Sinemadan başka hiçbir sanat dalı, bir zaman parçasını sana yeniden yaşama şansı vermez. Bir heykele ya da bir resme bakarsın, ya da bir müziği dinlersin. Ama bir hikâyeyi, trajediyi, geçip giden zamanı, sinema sana sürekli yeniden yaşama şansı verir. Bu çok kıymetli bir şey. Bir filmi onlarca kez izlersin ve her seferinde bir öncekinden daha farklı duygularla çıkabilirsin.

idam-ekilen-topraklardan-sevgisiz-bir-ulke-bicildi-189384-1.Cin Aynası’ndaki yazılarınızdan bir tanesinde, “İnsan kalbi değil, rakamlar hükmedi-yor hayatımıza ve artık sadece istatistikleri var bu ülkenin.” diyorsunuz. Siz bir yazar olarak, “Ne zaman bu hale geldik” sorusunun cevabı için neler söylersiniz?

Her insanın çocukluğu zamandan ve tarihten bağımsız olarak istisnasız altın bir çağdır. Bunun bir parça romantik ve herkese özel bir duygu durumu olduğunu kabul ediyorum. Kendi çocuklarımız da bizim yaşlarımıza geldiklerinde “zaman ne kadar kötü oldu, eskiden böyle miydi?” diyeceklerdir. Bir arkeoloji kitabında rastlamıştım; Hitit ya da Asurlara ait bir tablette birisi şöyle yakınıyordu: “Bu dünyada dayın olacak. Sana sahip çıkan, arkanı dayayacağın biri yoksa işin zor!’’ Demek ki çok fazla bir şey değişmemiş. Benim yakın tarihimizi kastederek sözünü ettiğim dönüşümün mimarı galiba Özal. Daha doğrusu 12 Eylül faşist darbesiyle başlayan bir süreç. Aydın, entelektüel, sanatçı ve bizim kuşağın da içinde olduğu genç kitle adeta biçildi, ülkenin aklı yok edildi. Şimdiki halimizi bu yüzden pek yadırgamıyor ve şaşırmıyorum. Ne ekersen onu biçersin. Faili meçhul, idam, baskılar ve cezaevi zulmü ektikleri topraklardan şimdi tüm değerlerin altüst olduğu, estetik fukarası, soğuk ve sevgisiz bir ülke biçiyorlar.

Toplumsal belleğimiz “acı” ile doluyken, sanırım burada ”Unutmak hainliktir” söyleminiz daha da anlam buluyor?

Sadece haksızlıkları, zulümleri, kayıpları unutmak değil, yaşadığımız ve başardığımız onca şeyi de unutmamalıyız. Diyarbakır Zindanı’nda yaşananlar unutulmamalı ama Fatsa’da yaşanan olağanüstü deneyimler de yazılmalı aklımıza. Hrant’ın ölümünü unutmamalıyız, ama onun ölümünün ardından binlerce insanın ‘’Hepimiz Hrant’ız’’ cümlesiyle yürümelerini de diri tutmalıyız. Katliamlar unutulmamalı, yanı sıra Gezi de unutulmamalı, bellekte taşınmalı.

Kitaptaki, “Linç” başlıklı yazınızda, gazeteci Metin Göktepe’yi, Diyarbakır Cezaevi’nde cehennemi yaşayanları, ustası Ermeni olan bir ayakkabı tamircisini ekseninde Ermeni Soykırımı’na değiniyorsunuz. Türkiye’de kendine hep yer edinen “linç ve linç hukuku” son dönemde daha da göz önünde. Siz bir yazar olarak, linçin bu kadar kabullenilmesi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bu konuda Tanıl Bora’nın çok kıymetli bir kitabı vardır, öneririm: Türkiye’nin Linç Rejimi. O günlerde bu yazıyı yazarken, gece yarısı kütüphanede kitabı bulamayınca Tanıl’ı arayarak yardımını istemiştim hatta. İlk kez, Ku Klux Klan’ın yaptıklarını tarif etmek için kullanmış. Ku Klux Klan aslında bir ‘şiddet ve terör örgütü’ değil. Gündüz bir yerlerde müdür, esnaf, çiftçi ve belediye başkanı gibi, toplumda saygın bir yeri olan insanlar bunlar . Toplum dışı, sosyopat bir oluşum değiller; linçin tehlikesi de bu zaten. Sıradan bir kitleyi insanlıktan çıkartması, asıl tehlike burada. Kitaptan alıntılayacak olursak: “Kavramın türetildiği söylenen 4 tane insan hikayesi var. İşin tuhafı bu adamlardan üçü yargıç! Biri, İrlanda’nın Galway kasabasında cinayet zanlısı oğlunu mahkum ettikten sonra evinin penceresinden sarkıtarak bizzat asan yargıç James Lynch. Diğeri Amerikan bağımsızlık savaşında yakalanan muhalifleri yargılamadan kırbaçla öldürürcesine cezalandıran Charles Lynch. Üçüncüsü yine Kuzey Carolina’da zalimliğiyle ün salmış yargıç John Lynch.” Bu kadar uzun açıklamayı şunun için yaptım: Yine Tanıl’ın tespitiyle, ‘’Linç, hukuk devletlerinin gözlerden ırak tutulan ama kapatılmamış, ara ara geçit verilen ya da verilebilecek bir yan yolu’’dur bence. Bu yüzden çok tehlikeli bir durum.

idam-ekilen-topraklardan-sevgisiz-bir-ulke-bicildi-189385-1.

Peki ya Dink’in öldürülmesi…

Hrant’ın öldürülmesi de bir toplumsal linçtir. Yoksa, ‘hassasiyetleri yüksek’ birtakım insanların bir araya gelmesi ve içlerinden birisinin tetiği çekmesi değil. Bakıyorsun, cinayetin arkasında kocaman bir organizma var. Yani Hrant’ı bir kişi değil, bir linç kültürü öldürüyor. Ortak öldürme tüm diğer topluluk üyelerini de birbirine bağlıyor. Bunun benzerleri de var kuşkusuz. 1980 öncesinde yaşanan Maraş katliamı da, Çorum olayları da, daha sonraki Sivas, Madımak da bir linçtir.

Kitapta, kasabayı, kasabada yaşadığınız yılları okuyucuyla buluşturuyorsunuz. Peki, kasaba ya da daha iyi sormak gerekirse, kasabada yaşamak hakkındaki düşünceleriniz neler?

Annem babam hayattayken daha sık gidiyordum Avanos’a ama şimdi ikisi de hayatta değil ve galiba annemi toprağa verdikten sonra hiç gitmedim. Pratik olarak taşraya dönmeyi, artık orada yaşamayı hiç düşünmedim. İstanbullu olmaktan, oğlumun İstanbul’da doğmasından ve İstanbullu olmasından çok mutluyum. Kent, bir ayrıcalık ve şanstır. Sorun şu; Anadolu bilinçli ya da bilinçsizce boşaltılıyor. İç göç bütün yakıcılığı ve olası doğuracağı sorunlarıyla birlikte tam gaz devam ediyor.

Yeni bir film projeniz var mı?

Epeydir oyunculuk yapmıyorum. Bir kaç sebebi var. Birisi; oyunculuk çok zahmetli bir iştir. Eğer bir filmde oynamaya karar verdiysen, en az iki-üç ayını unutmalısın. Bir başka sebebi de, oynadıkça kameranın önünde kalıyorsun. Çok sevdiğim bir sürü projeyi kabul etmedim bu yüzden, ama yakın zamanda Tayfun Pirselimoğlu’nun ‘Yol Kenarı’ filminde oynadım. Bir de bir kaç ay önce yurtdışında, Oscarlı bir yönetmen olan Stefan Ruzowitzky’nin Avusturya-Almanya ortak yapımı bir filminde oynadım.

Kasım ayında, Ayrıntı Yayınları'ndan yeni bir kitabınız çıkacak. Okurları nasıl bir kitap bekliyor?

Ayrıntı Yayınları bu sene 1000. kitabını yayımlıyor. 1000. kitap özel bir kitap olsun istemişler. 1910’dan 2010’a kadar Türkiye’nin yüz yıllık politik, sosyal, kültürel tarihi ile ilgili binlerce fotoğraf Enis Rıza’nın arşivinden seçildi. Bunların içerisinden tercih ettiğim yüz fotoğrafa Bergervari fotoğraf okumaları yazdım. Tabii, kendi üslubumca.