“İdam, devlet eliyle işlenen bir öldürümdür(cinayettir)” diye geçen hafta sonladığım aktarımlarım bu hafta sinema bağlamında sürecek.

Onca film arasında, idam olgusunu izleyebilmeniz adına bir kaç örnek:

12 Öfkeli Adam / Sidney Lumet (1957), Bülbülü Öldürmek / Robert Mulligan (1962), Sacco ile Vanzetti / Giuliano Montaldo 1971, Giordano Bruno / Giuliano Montaldo (1973), İnce Mavi Çizgi / Errol Morris (1988), Öldürme Üzerine Küçük Bir Film / Kieslowski (1988), İlk Canilik / Marc Rocco (1995), Ölüm Yolunda / Tim Robbins (1995), Yeşil Yol / Frank Darabont (1999), Karanlıkta Dans / Lars von Trier (2000), David Gale'nin Hayatı / Alan Parker (2003), Cani / Patty Jenkins (2003), Koku: Bir Katilin Hikayesi / Tom Tykwer (2006), Son Cellat / Adrian Shergold (2005), Uçuruma Doğru / Werner Herzog (2011), Çobanlar ve Kasaplar / Oliver Schmitz (2016) ve daha niceleri de, benim değineceğim iki film yalnızca; yukardaki (ve benzeri diğer filmlerde) her zaman ölüm gösterilmediği için başvurduğum, yararlanılacak iki örnek. Çünkü benim asal amacım o son uygulama anlarını izletebilmek küçük topluluğa, tiyatroda bir oyunda canlandırılacak idam sahnesini bu görüntüler aracılığıyla oyuncular daha iyi kavrasın duyumsasın diye dehşeti. Yıllardan bir gün, 31 Aralık günü, birlikte izliyoruz, bitiminde tartışacağız da; genç oyuncularımızdan biri, sarışın delikanlı, idamı onaylıyan bir yaklaşım içinde ayrıca.

Sidney Lumet’nin filmi Daniel(1983). Adların Rosenberg’ler olarak geçmediği, kurgusal çerçevede anlatılan konu; ABD’de atom bombasıyla ilgili bilgileri SSCB’ne vermekle suçlanıp 1953’te elektirikli sandalyede idam edilen Julius ve Ethel Rosenberg’in oğlu, kurgusal adıyla Daniel(Timothy Hutton)’in olguyu araştırması, bilinmezleri bulmaya çalışması bir bakıma ...

idamli-filmler-daniel-500979-1.

Daniel filminin DVD’sini 1s 53dk 20sn.’ye getiriyorum. Son 15dk.’sı. Oradan başlıyorum izletmeye; onlar elektirikli sandalyeye adım adım ilerlerken görüntülerde arkada Daniel’in sesi ile:

“Elektrik, bir enerji şeklidir. Su, buhar veya atomik fizyon tarafından yönlendirilen güç kaynakları tarafından üretiliyor... Elektriğin teorisi, atomların elektron kazanıp kaybetmeleri, böylece pozitif veya negatif yüklü hale gelmeleridir... 1889'da, ilk elektrikli sandalye New York eyaleti tarafından kullanılmaya başlandı ve birisini öldürmenin en insani yollarından biri olarak kabul edildi, mahkum edilen birey basitçe devrenin bir parçası haline getirildi...”

Lumet’nin işlediği idam hazırlıkları sahneleri geçişleriyle inanılmaz gerçeklikte. Önce Daniel’in babası(Mandy Patinkin) oturtuluyor elektirikli sandalyeye. Ardından odaya annesi (Lindsay Crouse) alınıyor. O ortamı, nelerin nerelere nasıl bağlandığını, sıkıldığını, tutturulduğunu, yüzleri, duruşları tüm eylemleri izliyoruz ayrıntılarıyla. Şalter yine iniyor bir kez daha...

Lumet, Daniel’de; oyuncu, bas-bariton, yazar, avukat, sivil haklar savunucusu, Nâzım’ın “inci dişli zenci kardeşim” dediği; yaşamı boyunca sömürüsüz, özgür bir dünya için savaşım vermiş, her türlü baskıya karşın hiç bir zaman geri adım atmamış, ödün vermemiş Paul Robeson’ın müziklerini kullanmış...

idamli-filmler-daniel-500980-1.

Film bittikten ancak bir süre sonra ışıkları açabildiğimde, iki kişi yerinde değildi. Çünkü toplantı odamıza, yere kusmak istememişlerdi. Ancak dışarıdan böğürtüleri geliyordu. Biri de ağlamayı sürdürüyordu. Biri de donmuş kalmıştı. Biri de ve o biri de işte zor konuşuyordu; parmaklarının sarı tüylerinden bir tutam, titreyen dudaklarının ucunda, dişlerinin arasında duruyordu öyle. “Çok mu etkilendin?” diye sorabildim. Zorlukla konuşuyordu: “Ben idamı sanki uygulanabilir bir şey sanıyordum,” dedi, “ama o görüntüler sonrası, sanki, yani, film değildi, aslında gerçekti, sanki, nasıl söyleyeyim, o sandalyede oturan ben miydim, bilmem, ya da bendim, bedenimden elektiriğin geçtiğini duydum çünkü ve ölümü gördüm... Hani yeni yıla girerken, korkulu karanlıklar dünyasında birileri “dur” mu demek istiyordu idamlara... işte dedim ya, ben filmdeki kişi miydim bilemiyorum, düşte ya da gerçekte miydim, ben neredeydim, şimdi hangi dünyadayım, onu da bilemiyorum...”

İkinci filmimiz haftaya...