İdea ilişkileri ve olgu sorunları

Elçin Kızmaz

Yazdıklarıyla değil yaşamıyla da örnek bir insan olduğunu tarihe not düşüren David Hume, Oruç Aruoba’nın özenle çevirdiği İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma adlı kitabıyla dünden bugüne, yarına kutup yıldızı olmayı sürdürüyor.

Yaşadığı dönemde de, bugün de David Hume hep önü kesilen bir filozof oldu. Çünkü onun yüksek sesle düşünmeleri, yapıtları nasıl böl parçala yönet düzeneğiyle dünyayı, insanları yönetenlerin düşünce dünyasındaki kalıplaştır, kamplaştır yöntemiyle çalışanları rahatsız etti ve etmeyi de sürdürüyor.

Şiirin bütün renkleri, ne kadar pırıl pırıl olurlarsa olsunlar, doğal nesneleri, tasvirleri bir gerçek manzara yerine geçecek şekilde çizemezler. En canlı düşünce, en sönük duyumdan daha aşağı kalır yine de.

Fakat düşüncemiz bu sınırsız hürriyete sahip görünüyor olsa da, daha yakından incelersek, aslında onun çok dar sınırlar içinde kaldığını ve zihnin bu yaratıcılık yeteneğinin, duyuların ve tecrübenin verdiği malzemeleri birleştirmek, yerlerini değiştirmek, büyütmek ya da küçültmek yetisinden başka bir şey olmadığını görürüz.

Kitapta Hume genel olarak insan aklının ya da soruşturmasının bütün objeleri tabii olarak iki cinse ayırabileceğinden bahsediyor: İdea ilişkileri ve olgu sorunları. Geometri, cebir, aritmetik bilimleri ve kısaca ya sezgi ya da tanıtlama yoluyla kesin olan her ifade ilk cinstendir... İnsan aklının ikinci çeşitten objeleri olan, olgu sorunları, aynı tarzda doğrulanmazlar ve bunların hakikatine ilişkin elimizdeki delil, ne kadar kuvvetli olursa olsun, birincilerinkiyle aynı iç yapıya sahip değildir.
Bilime ancak iki koşulla güvenilebilir: Bilimin bütün öğeleri, ‘zorunluluk’ ve ‘tümellik’ damgası taşımalıdır; düşüncelerimiz ise değişici ‘izlenimler’den ya da sırf ‘alışkanlık’lardan ibaret oldukları için bunlarda tümel ve zorunlu bir şey yoktur. Bütün bilgilerimizin kaynağı ‘deney’dir.

Aydınlanma filozofları içinde Hume tarihselliğe karşı düşünce içinde olmayan tek filozoftur çünkü tavır ve inancın ilkeler ya da teorilerle değil alışkanlıklarla yönlendirildiğini anlamıştır.

Felsefe tutkusu, din tutkusu gibi, şu uygunsuz duruma girebilir: Hedefi, davranışlarımızı düzeltmek ve kötülüklerimizi söküp atmak olduğu halde, düşüncesizce yönetildiğinde, sadece baskın bir eğilimi geliştirmeye ve zihni, daha büyük bir kararlılıkla, doğal mizacın yanlılığı ve çekiciliği yüzünden zaten çok fazla ağır basan yana itmeye yarar.

Alışkanlık, öyleyse, insan hayatının yüce kılavuzudur. Tecrübemizi bize yararlı kılan ve gelecekte geçmiş olaylar zincirine benzer olaylar beklememizi sağlayan yalnız başına bu ilkedir. Alışkanlığın etkilemesi olmasaydı, bellek ve duyulara dolaysız olarak gelenin ötesinde, her olgu sorunu konusunda tümüyle cahil olurduk.

Bir mucize doğa kanunlarının çiğnenmesidir ve bu kanunları sağlam ve değişmez bir tecrübe ortaya koyduğuna göre, mucizeye karşı, olgunun kendi yapısından çıkan bir ispat, tecrübeye dayanarak yapılabilecek, düşünülebilir en tam kanııtlamadır. Hiçbir şey, eğer bir kere doğanın alışılagelmiş akışında olup-bitmişse, mucize sayılmaz. Hiçbir tanıklık bir mucizeyi inanılır kılmaya yeterli değildir.

“Şeylerin güzelliği, onları temaşa eden zihnin içindedir.”

Ama postmodernizmin asıl sorusu Hume’dan beri felsefenin başına musallat olan soru, kafaları kurcalamaya devam ediyor. Gördüklerimizin ne kadarı bildiklerimiz tarafından koşullanmıştır? ‘Güzellik’ anlayışımız ne dereceye kadar soyluluk, sahicilik ya da hakikat hakkında okuduklarımız veya beklentilerimiz tarafından belirlenmiştir?

Albert Einstein bir yazısında şöyle demektedir:

Hume, nedensellik gibi muhtelif kavramların deneyimin malzemesinden yararlanarak anlaşılamayacağmı ve mantıklı metotlarla bir sonuç çıkarılamayacağını açıkça görmüştü. Deneyime en yakın olan kavramlar dahi özgürce ifade edilmiş görüş açılarımdan ibarettir. Aslında bu sözleriyle Einstein’ın söylemek istediği şey, duyularımızın fiili olarak ‘neden’leri değil, ancak birbirini takip eden olayları algılayabildiğidir.

Hayvanların bizimkilere benzeyen dışsal hareketlerinden yola çıkarak, içsel hallerinin de bizimkilere benzediği yargısına varabiliriz. Bu akıl yürütme ilkesini bir adım ileri taşırsak şu sonuca varırız: İçsel hareketlerimiz benzeşiyorsa, bunları türeten sebepler de benzeşiyor olmalıdır. Öyleyse herhangi bir hipotez hem hayvanlarda hem de insanlarda görülen bir zihinsel operasyonu açıklamaya giriştiğinde, aynı hipotezi her ikisine de uygulamalıyız.

“adi ve şehvet düşkünü insanını”

İnsanların öyle konularda besledikleri kuşkuları kendilerine bile itiraf etmeye cesaretleri yoktur. Ölçütleri, sorgusuz inançtır ve asıl inançsızlığı, verdikleri güçlü hükümler ve yobazlıkla göstermiş olurlar.