Son zamanlarda okuduğum ve izlediğim ‘zaman yolculuğu’ anlatılarının neredeyse tamamı belli varyasyonları olan bir şablon üzerine kuruluydu: Zaman yolculuğu yapan kişi ‘a) tarihçidir, b) bilim insanıdır c) askerdir d) hepsi’ birlikte yolculuğa çıkar. Gerçi bu H. G. Wells’in 1895’te yayımlanan romanı The Time Machine/Zaman Makinesi’nden bu yana böyle: Eğer söz konusu yapıt mizah amacıyla üretilmemişse zaman yolculuğu daima bir ‘uzmanlık alanı’dır; sıradan ölümlülere kolay kolay bilet kesilmez. Ama son yıllarda bir kahve zincirinin aynı cadde üzerinde 4-5 şubesinin açılmasına benzer bir anlatı enflasyonuyla karşı karşıyayız.

Bu tür bir anlatıda bilim insanının zaman yolculuğu yapması normal, çünkü icat ettiği cihazın nasıl kullanılacağını en iyi o bilir. Hiç değilse bir deneme sürüşü için ya da ‘şoför’ olarak yolculuğa çıkması doğaldır. Ama şu tarihçi meselesi çok can sıkıcı bir hal almaya başladı. Belli ki yazarlar/senaristler seçtikleri tarihsel dönemin politik ve kültürel özelliklerini açıklamak için kahramanın tarih bilgisini bir araç olarak kullanıyorlar. Ama bu bir süre sonra iyice sıkıcı, hikâye akışı önceden tahmin edilebilir yapılara yol açıyor.

Asker meselesi daha da kötü! Çehov’un ‘dramatik nedensellik’ formülünden hareketle -oyunun ilk perdesinde bir silah görünüyorsa, sonraki perdede o silah mutlaka patlar- bu askerin tarihe silahlı müdahale amacıyla orada olduğu en başından bellidir; tarihteki bir olayın olduğu gibi kalmasını ya da değişmesini (hiç yaşanmamasını) silah zoruyla sağlamak için zaman yolculuğuna çıkmıştır. Hele bir de yazar/senaristin konu ve dönem seçimindeki ideolojik eğilimin neredeyse pornografik bir açıklıkla göründüğü kötü bir öykülemeyle karşılaşmışsanız -bunların çoğu ‘girişimci Amerikan ruhu’nun, Amerikan liberalizminin dış etkilere karşı korunması gerekliliği üstüne kurulmuş muhafazakâr anlatılardır- sonuna kadar dayanabilmeniz bile mucizedir.

Oysa mesela Bristol sanayi bölgesinde çalışan bir tamircinin, Los Angeles’ta markette kasiyerlik yapan bir gencin, günlük ‘tuvalet zamanı’ kısıtlamasıyla tekstil atölyesinde ter döken Meksikalı bir kadının zaman yolculuğu hikâyesi çok daha ilginç bir anlatı olabilirdi. Ama tarih algısına, tarih yazımına ütopik bir teknokrasiyle değil de böyle demokratik ve gerçekçi bir yorum denemesiyle yaklaşmak pek mümkün görünmüyor. En azından şimdilik...

Türkiye’de bu tür tarihselleştirme denemeleri daha da sorunlu: Bu ülkede bilim insanı, tarihçi ve askere sadece tek doğrunun olduğu bir tarih anlayışında taraf tutmaktan başka seçenek sunulmaz. Bu bilinç yarılmasının sonucu olarak, örneğin erken Cumhuriyet dönemi tarihini ya hiçbir yanlışı olmayan mitolojik bir dönüşüm süreci şeklinde tanımlarsınız ya da ‘camilerin ahır yapılması’ hikâyeleriyle doldurup Cumhuriyet’i ve parlamenter demokratik sistemi ortadan kaldırılması gereken dinsel bir düşmana çevirirsiniz; Demokrat Parti iktidarını ya basitçe Atatürkçülük’ten kopuş tarihi olarak okursunuz ya da İslam’ın dirilişine indirgersiniz vd. Osmanlı’nın ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) gibi kuramlarla bile açıklanamayan kendine has yarı-feodal üretim biçiminden kopuş çabasının ne anlama geldiği, kapitalizmin alaturka versiyonunun marabayı fabrika işçisine, köylüyü mahalleliye dönüştürürken üstyapı kurumlarının nasıl bir değişim yaşadığı bu tarih anlayışının konusu olmaz asla!

16 Nisan’da yapılacak ‘başkanlık referandumu’ da topluma bu yarılmanın bir sonucu olarak dayatılıyor; tarih hakkındaki bilgi ve fikrini Necip Fazıl Kısakürek ve Kadir Mısıroğlu gibi ideologların anlattığı hikâyelerden edinen, dünyayı zerre kadar ‘stratejik derinlik’ barındırmayan son derece çarpık ve tek boyutlu bir devlet-i ebed müddet hayaliyle tanımlayabileceğini sanan kör kütük cahil bir iktidarın yarılmayı derinleştirme çabasının bir sonucu…

Doğrusu bu iktidarın parlamento ve medyadaki üyelerinin yapacağı zaman yolculuklarını görmeyi çok isterdim. Örneğin TRT’nin yöneticisi sadece üç günlüğüne Abdülhamit’in sarayında konuk olsaydı –ama anlatı kahramanı olarak değil gerçekten olsaydı... Ya da mesela köprüye kendi adını değil de Yavuz Sultan Selim’in adını verecek kadar tevazu sahibi olan RTE, sadece bir haftalığına o günlerin Anadolu’suna gidebilseydi… Payitaht “Abdülhamid” dizisinin akıbeti ve köprünün yeni adı ne olurdu acaba?..