Postmodernizmin en akıldışı ürünü anakronizm olsa gerek; modernizmin tarihselci bakışını reddetmek uğruna neden-sonuç ilişkilerini, toplumsal değişim dinamiklerini ve diyalektiği yok sayan bir düşünce tarzı bu. Reddettiği olgunun yerine bir tür sarmal tarih anlayışı koymaya çalışıyor. Geri ve ileri gibi kavramların bulunmadığı, dolayısıyla ‘ilerleme’nin de olmadığı bu tarih anlayışı gerçeklikten çok uzak, ama kitle kültürü sayesinde kolayca yaygınlaştığı için etkisini gündelik hayatımızda hissettiriyor.

Bilimkurgunun alt-türlerinden biri olarak ortaya çıkan ‘steampunk’ işte bu anakronizmin somutlaştığı bir anlatı tarzı. Steampunk hikâyeleri çoğunlukla 19. yüzyılda, Sanayi Devrimi ve buhar gücüyle çalışan makinelerin hüküm sürdüğü Kraliçe Victoria dönemi İngiltere’sinde geçiyor. Bu anlatılarda, o tarihte henüz ortaya çıkmamış bilimsel gelişmeler ve teknolojik araçlar görüyoruz -buhar gücüyle uçan makineler, ilginç dişli mekanizmaları, bugün bile ancak ‘konsept’ şeklinde tanımlanabilen araba modelleri, çok acayip silahlar vs.

Böyle tanımlayınca cazip görünüyor belki, ama steampunk bazen kendini o kadar ciddiye alıyor ki, tarihdışı ve gerçekdışı (kurmaca) karakterini unutup tarihin yerine geçmeye çalışıyor. Londra’nın insani koşullardan çok uzak bir hayata mahkûm edilmiş proleter mahalleleriyle çevrildiği, kanalizasyon kokusundan yaşanmaz hale gelmiş kentin açlık ve hastalıkla kıvrandığı bir dönemi anlatırken temel çelişkilerden hiç bahsetmemek ancak böyle özel bir çabayla mümkün olabilir zaten...

Bu türde romanlar yazan China Mieville gibi istisnai Marxist yazarlar da var (bkz. Perdido Street Station ve Iron Council) ama tarihsel diyalektiği görmezden geldiği için steampunk ciddi biçimde gericidir. Bu anlatılardaki buharla Marx’ın “Rüzgârla çalışan yel değirmeni bize feodal derebeyini, buharlı makine ise sanayi kapitalistini verir” derken bahsettiği buhar birbirinden çok farklı.

Bu haftanın filmlerinden Mortal Engines/Ölümcül Makineler de işte bu yaşamsal farkın yarattığı ideolojik gerilimden besleniyor. Kentlerin buhar yardımıyla birer yürüyen deve dönüştüğü, büyük kentin küçük kenti yuttuğu, en korkunç kentin de Londra olduğu bir dünyayı anlatan Ölümcül Makineler, İngiliz emperyalizminin dünya coğrafyasını biçimlendirmesine dair epey umut verici bir başlangıç yaptıktan sonra hikâyeyi sanayi devrimi kapitalizmiyle bilişim devrimi kapitalizmi arasına sıkıştırıp basit bir ‘distopik geleceğin maceracı gençleri’ anlatısına dönüşüyor. Sömüren-sömürülen ilişkisi zaten yok; ezen-ezilen ilişkisi sadece belli lonca üyeleri arasındaki rütbe farklılıklarına, koskoca uygarlık tarihi ise Batı’nın emperyalist hareketliliğiyle kapitalizm öncesi Doğu’nun durağanlığı arasındaki gerilime indirgeniyor.

Steampunk türünde anakronik bir bilimkurgu filminden toplumsal dinamiklere dair diyalektik çözümlemeler beklemiyorum tabii, ama Londra adlı canavar kentin bir maden kasabasını yutmasıyla başlayan, böylece sanki dünya tarihine dair önemli bir söylem üretecekmiş gibi duran bir anlatı söz konusu olunca belli bir beklenti doğuyor tabii…

Bir de nedenini çok merak ettiğim şu tür detaylar var ki, filmin ideolojik seçimlerini iyice kuşkulu hale getiriyor: Filmin uyarlandığı kitapta, Londra kentindeki müzede ‘eski Amerikan tanrıları’ olarak yer alan figürler Mickey Mouse ve köpeği Pluto’ya aittir. Filmdeyse eski Amerikan tanrılarını Minyonlar -Çılgın Hırsız serisinin şirin yancıları- temsil ediyor. Postmodernist anakronik steampunk ideolojisinin buharı perdeyi böyle kaplıyor işte...