Konuşan insan sorunu(!)

Bizim memlekette konu üzerine atasözleri çok ünlüdür:

-Söz büyüğün, su küçüğün!

Bu ılıman olanı… Bir de “kesin” biçimlisi var:

-Erken öten horozu keserler!

Çok konuşmanın “doğru” bir şey olmadığını şu atasözü ifade eder:

-İki dinle, bir söyle!

Hal böyle olunca “ifade etmemenin” faydaları da kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Eğer konuşmazsan, karşı çıkmazsan, söz dinlersen, uslu çocuk olursan senin de başın hiç derde girmez. Hep “aferin” alırsın.

Bu türden ilkeleri benimseyen toplumları, sosyologlar, hukukçular, tarihçiler kısaca şöyle tanımlıyorlar:

-Geri kalmış veya azgelişmiş toplumlar!

Söz konusu toplumlarda en temel özellik olarak “aydın düşmanlığı” öne çıkar. Yazarlarını, şairlerini, düşünürlerini, gözaltına alırlar, tutuklarlar, hapse atarlar, idam ederler, katlederler.

Osmanlı ve onu takiben Türkiye Cumhuriyeti’nde de bu gelenek varlığını sürdürdü.

Osmanlı İmparatorluğunun aydınları ya sürgünlerde, ya da hapislerde çile doldurdular. Cumhuriyet döneminde de aydınlar için farklı bir seçenek sunulmadı.

Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Niyazi Berkes, Behice Boran, Aziz Nesin, Mehmet Ali Aybar, Vedat Türkali, Yaşar Kemal, İsmail Beşikçi değişik dönemlerde aynı kadersizliği paylaştılar.

Yazıp, söyledikleri için hapse atıldılar, sürgün edildiler, öldürüldüler.

Bu yüzden demokrasiye bir türlü ulaşamadık.

Geriledikçe geriledik.

En sonunda geldik bugünlere…

Geçen hafta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, aynı perdeden gürledi:

-Kapının önüne koyarım!

CHP Genel Başkanı bu sözleri, kendisini eleştiren CHP Parti Meclisi Üyesi ve Mersin Milletvekili Fikri Sağlar için söyledi.

Sağlar, bir gazeteye verdiği söyleşide parti yönetimini eleştirmişti.

Genel Başkan da buna karşı önlemini almış, partiden atılması ve disiplin kuruluna sevki için yetkili organları göreve çağırmıştı. Aklından geçen esas fikrini de saklamamış, kapının önüne koyacağını ifade etmişti.

Ne kadar güzel değil mi?

Ülkede demokrasi adına ne varsa hepsini silip süpüren bir iktidara karşı mücadele eden en büyük muhalefet örgütünün tepesindeki kişi de, karşı çıktığı lider gibi davranıyordu.
-Bana karşı geleni yok ederim!

Demokrasi mücadele yapan bir partide demokrasi olmazsa o mücadele inandırıcı olabilir mi?

Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında CHP, Devlet Bahçeli ile ittifak yaptı. İslamcı bir kişiyi temeli laiklik üzerine inşa edilen CHP seçmenine “işte senin oy vereceğin cumhurbaşkanı adayımız” diye dayattı. İtiraz eden seçmenlere de şöyle buyurdu:

-Paşa paşa gidip oy vereceksiniz!

Partiye yakışmıyor diye CHP’den atmak istediği Fikri Sağlar, 12 Eylül döneminde henüz 30 yaşında Halkçı Parti milletvekili, 35 yaşında da SODEP-Halkçı Parti birleşmesiyle kurulan Sosyal Demokrat Halkçı Parti’de (SHP) Erdal İnönü Başkanlığında Genel Sekreter olarak görev yaptı. DYP-SHP Koalisyonunda 1991’de Kültür Bakanlığı görevine geldi.

12 Eylül’de Cunta’ya, ardından gelen Turgut Özal ve ANAP’a karşı ön saflarda mücadele etti. Susurluk Komisyonu’nda görev aldı. Ulaştığı bilgileri kamuoyu ile paylaştı. Devletin “yüce çıkarları” yerine, halkın bilgi hakkını savundu.

General Kenan Evren’e karşı bayrak açmış, Turgut Özal’ı ve partisini parlamentoda yıpratmış, iktidardan indirmiş olan Fikri Sağlar’ın CHP’deki varlığı ancak baskıcı iktidarları rahatsız edebilir.

Fikri Sağlar ve onun siyasi tecrübesinden istifade etmek yerine partiden atmak sadece ve sadece despot iktidarların işine yarar. Şu soru da kaçınılmaz hale gelir:

-Siz kimin değirmenine su taşıyorsunuz?

İnsan Hakları Derneği’nin afişlerinde yer alan çok güzel bir slogan vardır:

-İfade vermek değil, ifade etmek istiyoruz!

CHP’de “Fikri Sağlar Sorunu” yoktur.

Yaşadığımız coğrafyada yüz yıllardır aşılamayan kadersizlik vardır:

-Konuşan ve düşüncelerini ifade eden insan sorunu!